<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
"OLİMPİK"in kafe - restoranındayız. Mehmet (Demirkol), Halil (Özer) ve ben (Gökberk). Üç minyatür çöp şiş, üç plastik bardakta gazı kaçmış kolamsı birşey. 30 kağıt atıp kalkalım dedim, gerisi de çocuklara kalır. Tam o anda hesap geldi. 59 milyon mu ne... Güldüm. Dağbaşı mı burası, adam mı soyuyorsunuz desek onlar da "Evet, dağ başı burası, adam soyuyoruz" deseler. Susssstuk tabii...
"Olimpik"in dışında gaspçıdan kaçanı içeride yakalıyorlar zaten. İsmi önemli değil tabii. Altmış milyon da hiç ama, hiç değil. Kırk Euro altı üstü. Belki bir "kebap" masanın bahşişi altı üstü. Ama ya salak yerine konmak ? Mesela o bin küsur Euro asgari ücretli İtalya'nın o yılda sekiz - dokuz milyon yabancı işadamının (turist değil) geldiği o Milano'sunun, o Avrupa şampiyonu Milan'ının stadındaki o restoranda, mesela hiçbir İtalyan'a o yediği kadar "şeyi" o fiyata yediremezsiniz. (Fatih Terim'e de sorun) Bir kere "yemezler". Hadi yediler diyelim. O fiyatın içinde mutlaka bir şişe orta kalite Chianti de olur mesela. Sonunda da üç tane arrivederci espressosu mesela. Ve de koridorlardan yukarıya gelen krampon sesleri de, mesela Lukunku Ali'nin değil, mesela Shevchenko'nun filan
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Ne o acccaip soğuk, ne yağan yağmur, ne yol mol, ne de o "Olimpik"in insanın her yerine işleyen o rüzgarı... Hiçbiri vallahi o kadar koymuyor da, ama bütün bu yukarıdakileri göze alıp da, o "Olimpik"e girince, mesela aşağıdaki o Lukunku Ali'yi görmek yok mu (18'de bile olsa), ve de 'yaa bu kadar şeyi onu seyretmek için mi çektim' duygusu yok mu ? O zaman işte, öyle bir koyuyor ki... Kendimi vallahi öyle aptal hissediyorum ki... "O"nun bildiğini, sizden niye saklayayım ki... Lukunku Ali beni zaten okumaz... Okusa da zaten "O"na koymaz. Koyarsa da, koysun zaten... Beni okuyunca "O"na ne kadar koysa da, onu görünce bana koyandan da daha çok koymaz zaten...
Özhan Canaydın "İki sene ne olursa olsun burdayız" diyor ya... Allah aşkına daha ne olacak ki sanki... İşte hala burda değil miyiz sanki. İşi zor hatta çok zor tabii Galatasaray Başkanı'nın... Şanssız da tabii... Bu Galatasaray'ı pazarlamak... Bugün "Açıklar"a doluşturulanları, kapalıya... Yarın "Olimpik"in önünde dolaşanları, boşalan o açıklara... Ama nereye kadar...
Galatasaray'ın son maçının Top 3'üne bakın mesela...
1- Şaş'ın şaşırıp sektirdiği ve şaşırttığı... (1 - 0 Olympiakos)
2-
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Orhan Ak, tahmin edilenden daha iyi başlamıştı maça. Hatta tahmin edilmeyecek kadar da iyi başlamıştı, Ergün Pembe'nin eski yerinde... Ergün de istediği yerde rahatlamış tabi Galatasaray'ın "sol"u da... Frand de Boer ve Bülent Korkmaz her İtalyan takımının olmazsa olmazı o iki yaşlı ve usta defansçıyı sanki oynuyorlar. Hatasız da oynuyorlar. Sanki alt yapıdan beri beraberlermiş gibi iyi anlaşıyorlardı. Cim - Bom'un solunda problem yoktu yani... "Sağ"ını Prates'e ve Sabri'ye emanet ediyorlar, ama ilk on beş dakikada tüm Galatasaray'lılara "Keşke Allah'a emanet etseydik" dedirtiyorlardı. Sabri geri gelmiyor, Prates ileri gidince geri gelmiyor, Lucescu Galatasaray'ın solunu bırakıp oyunu sağına yıkıyordu. Brezilyalı aksıyor, Galatasaray'ın sağı sıkıştıkça sıkışıyordu. Beşiktaş'ın arayıp da bulamadığı pozisyonları Cim - Bom Brezilyalısı'nın eliyle daha doğrusuyla ayağıyla rakibine veriyordu da veriyordu.
Ayhan yine çok çalışıyor, Cihan da hiç olmazsa koşuyordu. Ve Lucescu tabii...Allah aşkına yanındakilere bakın. İşte Sergen, işte Zago, işte Ahmed Hassan, işte Okan Koç vs. Ama vs'si bile Sinan ve Yasin işte... Lucescu denince ve de Terim tabii. Rumen hocanın on
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Orhan Ak, tahmin edilenden daha iyi başlamıştı maça. Hatta tahmin edilmeyecek kadar da iyi başlamıştı, Ergün Pembe'nin eski yerinde... Ergün de istediği yerde rahatlamış tabi Galatasaray'ın "sol"u da... Frand de Boer ve Bülent Korkmaz her İtalyan takımının olmazsa olmazı o iki yaşlı ve usta defansçıyı sanki oynuyorlar. Hatasız da oynuyorlar. Sanki alt yapıdan beri beraberlermiş gibi iyi anlaşıyorlardı. Cim - Bom'un solunda problem yoktu yani... "Sağ"ını Prates'e ve Sabri'ye emanet ediyorlar, ama ilk on beş dakikada tüm Galatasaray'lılara "Keşke Allah'a emanet etseydik" dedirtiyorlardı. Sabri geri gelmiyor, Prates ileri gidince geri gelmiyor, Lucescu Galatasaray'ın solunu bırakıp oyunu sağına yıkıyordu. Brezilyalı aksıyor, Galatasaray'ın sağı sıkıştıkça sıkışıyordu. Beşiktaş'ın arayıp da bulamadığı pozisyonları Cim - Bom Brezilyalısı'nın eliyle daha doğrusuyla ayağıyla rakibine veriyordu da veriyordu.
Ayhan yine çok çalışıyor, Cihan da hiç olmazsa koşuyordu. Ve Lucescu tabii...Allah aşkına yanındakilere bakın. İşte Sergen, işte Zago, işte Ahmed Hassan, işte Okan Koç vs. Ama vs'si bile Sinan ve Yasin işte... Lucescu denince ve de Terim tabii. Rumen hocanın on
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Nooluyoruz yaa... Bir Fellini kurgusu mu bu? Ya da kocaman bir tiyatro sahnesi mi kapladı tüm ülkeyi. Ve de ne "perde"si belli ve de ne çok perdeli... Üstümüzden dev bir kuyruklu yıldız geçti de tüm ülke onun mu etkisindeyiz yoksa. Bir sonrası da çıldırmak değilse bunun, çıldırtmakta mı değil peki.
Mesela kainatın en çok ve en boş konuşan "President"i bizim MHK'ninkisi, değil mi sanki... Özcan Deniz'den bile her dem daha da "in" değil mi peki... Bu sefer niye konuşmuyor peki... İşte 1920'lerin o Chicagolu'sundan bozma o itirafçının söyledikleri... Eğer o iftiracı ise bizimki sanki susarmıydı ki... Fransız MHK'sinin "President"ini sıradan bir Fransız mesala bilir mi? Bir MHK "President"i bir İsveçli, bir Alman futbolseveri Allah aşkına niye ilgilendirir. Psikologlar "Sizi ne sıkıyorsa, neler sıkıyorsa önce onlardan kurtulun" diyorlar. Bu adam işte sıkıyor bizi..Bizi çünkü belki sizi değil. Hepimizi, çünkü belki hepinizi de değil...
Ne accaip bir balık bu
Çukurdaki futbolu çukurdakiler seviyorlar tabii... Mesela 1920'lerin o Chigaolu'sundan bozma o itirafçı ve ya o iftiracı fazla önemli de değil, o model sipariş üstüne üretildiyse eğer... Peki ya
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Mesela 30 küsurdu galiba, frikik tam Prates'in yeri denilenden değilse de, yine de en çok Prates'likti. Mesela hiç de Arif'lik değildi. Ama yine o kullandı. Daha doğrusu yine kullanamadı. Mesela 1996'dan beri Arif oradan hiç gol atmış mıydı ? Peki hâlâ niye oradan Arif atıyordu. Arif Erdem ve Hakan Şükür ikilisiyle geçen 10 küsur yılın (üstelik çok da başarılı) bıraktığı etkinin mesela Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit ile geçen onlarca yılımızın bizlerde bıraktığı etkiden farkı var mı sanki? Alınmasın ikisi de. Alt tarafı Süleyman ve Bülent beylere benzettik. Ya da onların alındığı kadar alınsınlar...
Mesela Bratu... Bence yetenekli. Ama onun Galatasaray'daki geleceği ile Demirel, Ecevit ve onların yakınındakilerin yıllarca yol vermedikleri genç ve yetenekli siyasetçi adaylarının geleceği farklı mı sanki? Kimler geldi, kimler geçti. Onlar hep kaldı, onlar da...
Mesela 44 küsurdaki frikik, tam Prates'likti... Hoş Arif'e kalsa yine o atacaktı. Allah'tan Prates attı, seyirci de ilk 45'te bir Brezilyalı frikiği bir de Rumen şutu, (hepsi o kadar) seyretti hiç olmazsa... Söz seyirciye gelmişken ya da ben sözü seyirciye getirmişken, bir Ali Sami Yen'liktiler,
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Arzulanan tempo bir türlü yakalanamamıştı. Aniden o eski renkli başkana bağlanıldı. Stüdyo zaten renkliydi, panterliydi de. Bir eski hakem, bir eski Berlin'in o abi panteri , bir eski Atina panteri ve tabii o programın sürekli panteri. Sonra da neler oldu neler. "Seni, ben işe aldırdım" da vardı, "Gücün yetiyorsa, kovdursana" da, "En güzel maçı sen kaptın" da vardı, "Penaltıyı o çaldırttı" da. "Sen neymişsin be Bülent aabiii" de, "Tetik de, tetikçi" de, "Hadi Ahmet, iyi gidiyor, devam et" de, "Tam zamanı işte, şimdi stüdyoyu terket" de. Tabii yine "Allah, Güntekin'e kolaylık versin" de vardı. Ve de "MEHAKE, MEHAKE"tabii. Bir o kızlar eksikti vallahi. MEZDEKE MEZDEKE tabii...
Paranoyak mı oldum?
Kadının biri telefon açıyor. Spor yazarlarını okumuyorum diyor, ama sizi okuyorum, daha doğrusu üç kişiyi okuyorum. Üçün biri de sizsiniz yani. Cevap vermiyorum. Ne oldu diye soruyor kadın. Hoşunuza gitmedi mi yoksa. Önce diğer ikisini söyleyin diyorum, ona göre.
- Farkeder mi ki?
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Dokuz küsurdu galiba, Galatasaray'ın Arif'i, onun Felipevari müthiş ara pası, işte Cihan'ın golünün "Made in Bilgin" tarifi. Rize'de, Rize'ye pozisyon vermeyen '11'in '9'u yine sahadaydı. Biliyorsunuz Bratu bu ligde yoktu, biliyorsunuz Hasan da bir maçlığına yoktu...
Ama rakip Rize değildi tabii, bol bol da pozisyon veriyorlardı tabii.
Rize'de 90 dakikada bir pozisyon (penaltı) bulanlar, ilk dokuz dakikada da iki gol gibi bir de gol buluyorlardı da, ama her maçta olduğu gibi dün de yaratıcı, araya pas atan oyuncu eksikliği çekiyorlardı. Bu zaaflarını koşarak kapatmak istiyorlardı. Çok da güç sarf ediyorlardı, çok da koşuyorlardı. Rakip de Rize değildi dedim ya, topu koşturuyordu. Galatasaray da 30. dakikadan sonra oyundan düşüyordu. Mesela 21 küsurda Batista da, Felipevari öyle bir pas atıyordu ki, ama Hakan Şükür de öyle bir gol kaçırıyordu ki... Mesela Felipe yoktu, pasları da yoktu, ama paslarının gibisi bile yine de öyle fark ediyordu ki. Kapasitesi bu kadar Galatasaray'ın bu sene. Hasan'sızdı da, Volkan'sızdı da açıkçası hatta açık saçıkcası zevksizdi de, tatsızdı da...
Mesela 31 küsurda işte yine Arif'in Cihan'a yine Felipevari bir ara pası.