<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Tırnak içindeki "beyefendilerle" dalgamı geçerim ben. Tepkisizdiler, sessiz, ifadesiz bence renksizdiler de. Onlar "iyi çocuklardır" da. "Balkanlı beyefendilerden" hafif huylanırım da. "Türkiş beyefendilerden" fena halde korkarım da.
Herhangi bir hazır giyim mağazasında üç-beş dakika yeter de artar bile; kemerden çoraba "beyefendi" olmaları için. Bir de koyu renk pardesü bulundu mu, "defo"ları da kapandımı...
"Pazar"larını merak ederim mesela onların, ya da "iş"siz saatlerini. Evde televizyon seyrederken, tuvalette klozetin üstünde otururken, nasıldırlar acaba ? Donları yırtık mıdır, ağızları bozuk mudur, ya da kendileri bozuk mudur, çorapları kirli midir,"boya"ları yokken "foya"ları nasıldır acaba ?
Romalı'ya göre yağmur yağdığında sağdaki ilk restoran en iyisidir. Bana göre de ilk uçuşan etekte "gözüken"e ilk koşan da genelde tırnak içinde bir "çözülen beyefendidir". Duyguları elbiselerinin içinde saklanmış, frenlenmiş, hesapta kibar, hesapta centilmen ya da hesapta filan falandırlar da, işte hesaplar tutmayınca da...
Seçtikleri "beyefendi" dandik çıktığında evde kalmış kızlarına koca arayan anaların ortak feryadını bilirsiniz.
- Meğer
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
"Maç biter bitmez hemen yazdır" diyorlar gazeteden... Demesi kolay tabii... Peki ya yazdırması... Önce yazmalıyım ki, yazdırabileyim... Dünkü gibi "90"lar için "yazan"ların "pas" hakkı olmalı belki de... Mesela dünkü ilk 45 için hiç bir şey mi yazamadın deseydi biri... "Bir şey" zaten yok da, ama istersen "hiç"i yazabilirim" derdim bende... Belki saçmasapan geliyor size ama ilk "45"te bana öyle geldi işte... "Yeni"lenen Galatasaray'ın Antalya'da, "eski"sinden farklı olmasında en çok "Volkan farkı" vardı. Solak bir "10" arıyorlardı, bulamıyorlardı. "Sağ"lak "20"lerinden "10" yaratmışlardı. Fena da olmamıştı. Ama dün Diyarbakır'da "0"ı oynuyordu. Antalya'daki Sabri "içerden" bedava gelmiş gibi değil, "dışardan" bol euroyla gelmiş gibiydi. O da Antalya'da Volkan gibi bir "olmazsa olmaz"dı. Ama Diyarbakır da, olsa ne olur, olmasa ne olurdu sanki... Ve Antalya'daki Bratu tabii... Aranan, bire birde adam geçen, sprinter, bol pozisyona giren oyuncu bulunmuş muydu yoksa ?.. Yetenekliydi de... Diyarbakır'da o da "yok"tu.
Yaratıcı, teknik, yüzü dönük çalım atabilen bu üç oyuncu Galatasaray hücumlarında "yok"tu. Antalya'daki Petre, Batista Diyarbakır'da bir vardı, bir
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Saat akşamın dokuzuydu galiba... Aniden boğulduğumu hissettim. Roma boğazımı sıkıyordu sanki... Arabama atlatım, gazladım ve de on dakika sonra da...
Üstelik Via Veneto'daki bir Roma rezidensinin bir stüdyosunda yaşıyordum. Bir telefonla ısıtılıp, kapımın önüne getirilen 3 bin turbo dizel Range Rover'ım, (5 bin dolara mahallenin kasabından almıştım), Roma'nın 'gündüz'leri için kiraladığım bir motorlu iki "teker"im ve de yanımda o dönemki sevgilim...
Bizim Diyarbakırlı Salih "Bi uğra" demişti restauranta... "Bak sana ne dinleteceğim. Sonra da kararını ver, Mahsun mu (Kırmızıgül), ben mi."
Evet on dakika sonra oradaydım. Mahsun'un müziğinin üstüne Salih okumuştu. Kayıdı yukarıdaki odasında yapmıştı, kötüydü... Bence sesi de iyi değildi. En azından Mahsun'dan iyi değildi. Ben Mahsun da dinlemiyordum. Peki sevgilimle her yerde olabileceğim bir Roma gecesinde, niye tek başıma Salih'in restorantındaydım (Türk değil, İtalyan restaurantı) ve niye onu dinliyordum. Orada 'sabah'ladım, o gece... Salih söyledi, ben dinledim. Sabah da kararımı verdim. Çok acıkmıştım, artık Roma'da doymuyordum, "saksım"ı arıyordum, evet İstanbul'a dönüyordum.
Yirmili yaşlardan
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Bir televizyonun stüdyolarının birindeydik. Hesapta basketbol ailesiydik(!) Ama işte "o biçim" bi aileydik. Canlıydık da, maalesef yayındaydık da. Federasyon başkanlığı seçimleri öncesiydi.
Ben, ben, ben diyen bir sürü bilmemneyin "en"i çok sesli, seyredeni hemen kaçıran bir "sıkıntı"ya dönüştürmüştü programı. Bir ara ben de "Ben" dedim, "Turgay'ın (Demirel) karşısına kim çıkarsa onu desteklerim diye düşünüyordum buraya gelirken. Ama önce aday olup sonra oyuncu menajerliği yaptığı için etik değil diye vazgeçen Nur Gençer'in öne ittiği Prof. Nur Danişment'in etrafında öyle bir şer cephesi oluştu ki, sanki "hayrı" Turgay'ın "şerrinde" arayanların kurduğu bir fan kulüp. Bence Turgay yine devam etsin"... O stüdyodakiler biliyordu ne dediğimi. Belki onların ailelerinin, belki benim sevgilimin bile seyretmediği, o "sıkıntı"da söylediklerimi hem Pivot'ta açık açık, hem burada açık saçık bir kere daha tekrarlıyorum, siz de "ben ve Turgay"ın doğrusunu bilin bari...
Zaman da haklı çıkardı beni. O şer cephesinin antipatikliği yüzünden Turgay bile sempatik gözüktü. Tabii ciddi bir muhalefet de oluşamadı. Amaç ne pahasına olursa olsun gerekirse "sonu kelepçe"li
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> "Bülent Korkmaz da bir profesyoneldir ve 'son'una gelmiştir." (Siz söylemeden). Ama profesyonellikte "son"ların da bu kadar "türkiş" olmaması, Bülent gibi bir profesyonelin "son"unun da ona yakışacak şekilde profosyonelce olması lazımdır.
NAPOLİTEN FUTBOL
Futbolu saha içinde az "bol"lu, çok "itiş kakış"lı, bol "koş koş"lu tatsız tuzsuz bir "sıradan futlarla dans"a benzettik zaten. O "sıradan futlar"dan, onları seçenlerden de "futbol futları" yaratmayı da çok seviyoruz. Hoş; sahanın içi böyle de, dışı farklı mı sanki ? Profesyonellik icad edileli futbolun içinde olması gereken her türlü duyguyu da bu kadar çabuk, bu kadar yok edebiliriz vallahi ve de tabii pes vallahi...
Herşeyi "yanlış" Maradona'nın "tek doğrusuna" sarılıp hayatlarının en coşkulu günlerini yaşayan Kuzeyliler'e karşı hep ezilmiş o gariban Napolililer'in doldurduğu "Piazza"da yıllar sonra ne maç vardı, ne rakip, ne de top tabii. Diego oradaydı, üstelik bir jean ve bir tişörtleydi. Ve bir otelin dokuzuncu katının balkonunda da nedense gözleri fena halde dolan ben. Ve de on binlerce Napolili'yle beraber dakikalarca bir duygu selinde Napoliten ağlayan ben... O geceyi unutamam. Herşey
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Köyün Delisi Yılbaşı özel
Hoş tabii bir büyük gazetenin Genel Yayın Yönetmeni'nin sık sık en önde aşk yazması. Tabii daha da hoşu, o Genel Yayın Yönetmeni'nin benim genel yayın yönetmenim olması. Ve daha daha hoşu da gazetesinin arkalarındaki bir "yazan"ının (ben) sık sık "galiba yine bana yazıyor" sanması. Sayın Mehmet Y.Yılmaz'ın dünkü köşesinin başlığı "Sevdiği bir tek kadın, bir erkeğin herşeyidir"di. Farkında olmadan bana verdiği çok, ama çok anlamlı "bana özel"de bir yılbaşı hediyesiydi.
"O" bile beni tanımamışsa...
"Bir programın vardır mutlaka senin ama" (yoktu halbuki) diye başlıyordu her arayan, "Kim bilir neler neler (!) yapacaksın bu gece, ama yine de eğer istersen bize gel"...
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Hepsi aynı kayığın içindeler. Kulüp başkanları, yöneticiler, hakemciler, federasyon başkanları, futbolcusu, hocası, hatta bir kısım medyası. Kırk kişiler de (öyle denir ya). Birbirlerini biliyorlar da. Çoğu "sıradan" zaten. "Sıradan" da konuşuyorrlar zaten.
En iyisi Ali dedikleri Ali'ye bakın mesela. Kadıköy'de bir "sarı"yı bile yüzüne gözüne bulaştırmamış mıydı ? Elazığ'daki iki penaltısından biri outtan, biri de iki kişinin ofsayt olduğu bir pozisyondandı. Futbolcunun, Ali'ye öyle bir teşekkürü vardı ki, öyle bir sarrrıldı ki, veya işte yeni bir Ali "ilk"i... Ana dilinden başka bir dilde konuşmuyormuş (Ahmet Güvener'in yalancısıyım). Vizyonsuz da yani. "Sıradan"lara göre yok delikanlı, yok şerefli, falan filan. Kimse zaten ne delikanlı değil diyor, ne de şerefsiz. Ama "bişeysiz" işte. En iyisi bile böyleyse işte...
Mesela Malatya'daki Ünsal. İki penaltıyı görmüyor, bir "gol"ü pas geçiyor, verdiği penaltı da tartışılıyor. Bir "doksan"da bir hakem daha ne kadar yanlış yapar ki ? İsmet, İstanbul'daki en "hoş" stadda, ve de "boş" gibiyken, yani stres filan da yokken ve de 1 - 0 da Rize öndeyken, öyle tartışmalı bir "frikik"mi veriyordu ki. Veya işte
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Lucescu'yu seviyor Beşiktaşlı, ama ya ilk 45'teki Lucescuball'u... Bu en "hoş" stadın ne de "son"u oynarken şampiyon takımı bu kadar "boş gibi" olması... Üstelik "en öndeler", "en iyiler" analarımızın liginin de bir sürü şeyinin "en en"iler... Sağımda Ritz Otel, yanında Süzer, solunda Dolmabahçe Sarayı, arkamda Çırağan... İstanbul'un "merkez", yerinden birinin tam ortasında "20 bini" bile bulamamışlardı. Beşiktaşlı'ya rahat batıyor galiba...
Lucescu'nun A planı Sergen ya... "B",sini "C"sini, "D"sini boş verin, onlar da zaten Sergen, Sergen, Sergen ya... 36'ydı galiba işte, "O"nun frikiği olmasa Rize ilk 45'i 1 - 0 önde kapayacaktı belki. 40 küsurdu penaltıyı yaptıran yine Sergen'di. Kısa bir süre sakatlanmasaydı ve penaltıyı atsaydı belki de Beşiktaş ilk 45'i 2 - 1 önde kapayacaktı. Rize'nin süratli iki beki, Beşiktaş'ın iki bekini "stop" ettirmişti. Kaan Dobra zaten düz "dizayn", "sağ"sızdı ve de tek yönlü... İşte orta sahaya kalmıştı. Pancu kendi kendine oynuyor. İlhan "hiç"i oynuyor. Tümer, "Sergen gibi"yi oynuyor, "Tümer gibi"yi de oynayamıyor. Üstelik her aldığı topla Rize kalabalığına dalıyor. Tam o anda da Deniz Gökçe bana takılıyordu. "Basketbolda