Politik olarak sanat yapmakla politik sanat yapmak arasında dağlar kadar fark vardır.
İkisinin arasında Süphan Dağı kadar fark vardır. Cudi Dağı kadar fark vardır.
Bu ayrım da bana ait değildir. Ünlü yönetmen Jean Luc Godard’a aittir.
Godard şöyle der:
“Asıl mesele filmleri politik olarak yapmaktır. Politik film yapmak değildir.”
Peki politik sanat nasıl yapılır?
Ahmet Güneştekin ve Beral Madra işbirliği sonucu Venedik’te gerçekleşen Yüzleşme sergisi bu soruya iyi bir cevap niteliğinde. Venedik’te tesadüfen gördüm. (Sergi, pek çok köşe yazarının yazdığı gibi Venedik Bienali kapsamında değil. O sırada gerçekleşiyor.) Bugüne kadar yüzlerce tuval üretmiş ressamın, Venedik’teki sergisinde videolar ve bir enstalasyon görünce şaşırdım. Sergi, Bellek, İnkâr, Düdük, Dil gibi başlıklarla son derece önemli bir politik sorunu ele alıyordu. Kürtçenin yasaklanışını, onlarca kuşak Kürdün mağduriyetini... Uzun bir süre kendini geleneksel yöntemlerle, tuval üzerinde sembolik bir dille ifade eden ressam, bir sergiliğine hem politik hem de güncel olmayı deniyordu anlaşılan.
Güncel sanatın da bir ‘90lı olduğu rahatlıkla iddia edilebilir.
1990’ların ortalarından itibaren galeriden değil de sokaktan yana bir tavır sergileyerek en çok sokakla ev arasındaki gerilimden beslendiği de...
Gezi direnişi sonrası o kadar hızlı politikleştik ki başımız dönüyor.
Her zaman sokaktan beslendiğini iddia eden güncel sanat sahnesi, Gezi’nin eleştirelliğinin hızına yetişmeye çalışıyor.
Gezi parkında olup bitenlerin politik sanatın ne olduğu kadar sanatın ne olduğunu tekrar tekrar tanımlamamıza izin verdiği önemli bir kazanım.
Orada eyleme katılmış sanatçıların, birbirleriyle iletişim kurmak için kurdukları sanal grubun fiziksel bir gruba dönüşmesi, bundan sonrası için toplantılar yaparak aktif kalmaları ise bir başka kazanım.
Ama sanırım en önemlisi, polis müdahalesi altında fazla hakkını veremediğimiz bir gelişmeyle ilgili...
Gezi parkı direnişinden bir tek galip çıktı. O da galibiyetle ilgilenmiyor.
Çünkü o Çarşı.
Çarşı, ilk günden bugüne gezi direnişinin lideri olmadı, sürükleyicisi, ironi üretim merkezi, gazdan değil gülmekten gözyaşı kaynağı, düşenin dostu, ağlayanın kankası olmayı başardı.
Peki sırrı neydi?
Wikipedia’ya göre “1982 yılında kurulan Çarşı grubu, futbol maçlarını ağırlıklı olarak kapalı tribünde
izler.”
Çarşı’nın en büyük özelliği galiba her türlü iktidara “karşı”lığı...
Çadırlara yapılan 31 Mayıs gece baskınının anıları taze.?Gençlerden Yiğit Cur 21 yaşında. O görüntüleri görünce otobüse atlayıp Gezi Parkı’na gelmiş,?“Gezi onca insanın hayalini barındırıyor” diyor
Fotoğraflar: Selin Arutan
Metafizik anarşist Yiğit Cur, 21 yaşında. 31 Mayıs Cuma gecesi televizyondaki görüntülere dayanamayıp atladığı gibi otobüse İzmir’den İstanbul’a Gezi Parkı’na gelmiş.
Annesi arkasından biraz ağlasa da ablasıyla babası onu desteklemiş.
Felsefe öğrencisi, madem devlet kurumlarsız olmuyor, hayalinde onlarsız bir anarşizm düşlemiş. İsmine de metafizik anarşizm demiş.
“Bizim enstalasyonlar gitti...” Sanat eleştirmeni Elif Dastarlı aynen böyle yazdı. Size bu yazıyı yazmadan birkaç dakika önce bana gönderdiği mektubunda.
Polis müdahalesi başlamış. Meydandaki barikatlar yok edilmişti. AKM’nin camları kırılmış. Cephesindeki afişler toplanmış bir tek Atatürk ve bayrak bırakılmıştı.
Dastarlı, eylemlerin daha üçüncü günü dolmadan, sanatatak.com’a yazdığı yazısında “Panzer karşısında dans eden, kırmızı renkli elbisesiyle gaz yiyen, önce toma nedir öğrenip sonra onun telsizinden polis amirine futbol sloganı atanların yaptıklarından daha sahici, daha etkileyici performanslar yapılabilir mi artık?” diye soruyordu.
Bu soruyla da kalmıyor şu soruları da soruyordu:
“Bundan sonra bu topraklardaki bir galeride sanatçıların ürettiği ve isyanı kurgulayan bir işe ne kadar hürmet edebileceğiz?
Ne kadar ciddiye alabileceğiz onları? Yan yana sıralanan, bulabildiği her malzemeyi elden ele taşıyarak karınca misali bir emekle kurulan barikatlardan daha kolektif enstalasyonlar görebilecek miyiz?
Bu mümkün mü? Bundan sonra galerilerde-bienallerde sergilenen politik işleri, günler süren bu direniş bayramını unutarak hakkıyla nasıl değerlendirebileceğiz?”
Anlatmaya nereden başlasam... Sultan Abdülaziz’in Paris yolculuğundan? Sarayındaki aslanhanesindeki aslanlardan? Yoksa Enver Paşa’nın Ermeni bir aileye ait çiftliği kendi malıymış gibi kullanıp bahçesine de kendine ait olmayan heykeller getirtmesinden? Yok yok çok daha bugünden mi? Mesela parkta sokak çocuklarının camekânına sığındığı ve bugün nerede olduğu bilinmeyen çağdaş heykelden? Ya da buldum, belki de Rudolf Belling’den... Akademinin heykel bölümüne heykel sanatımızı geliştirsin diyerek atanan Alman heykeltıraş Belling’in yaptığı İnönü heykelinden. Bu heykelin kaidesiyle kendisinin bir türlü kavuşamamasından? Lütfi Kırdar’ın deyişiyle “o barış günü”nün bir türlü gelmemesinden? Uzattığımın farkındayım. Bilhassa yapıyorum. Çünkü Gezi Parkı’nda bir süre yer almış ya da alamamış bütün heykellerin hikâyeleri, aslında bize yakın bir siyasi tarihi anlatmakla kalmıyor. Bu tarihin içindeki kültür hayatını şekillendiren siyasi dengeleri ve gerilimleri ifşa ediyor. Gezi Parkı’ndaki aslanlar mesela... O aslanlardan biriyle parktaki gezici fotoğrafçılara resim çektirmiş Milliyet Ekler Genel Yayın Yönetmeni Deniz Alphan. Küçük bir kızken... O aslan, şimdiki Ceylan Oteli, bir zamanlar
Arman Yıldız, körpe bir pop şarkıcısı olarak ilk klibini çekecek. Yıldız’ın farkı, hukuk okumuş ve avukat olmak yerine şarkıcı olmayı seçmesinde. Hukukçu ailesinde hafif bir üzüntü dalgası yaratsa da bu durum şarkıcı olmak üzere yola çıkmış bir kez... Adalet dağıtmak yerine besteleriyle hüzün ve sevinç dalgaları yayacak Arman, ilk klibini yeni albümündeki Deli Dünya parçasına çekmeye karar veriyor. Sadece ona değil, aynı zamanda klipte adaletsizlikten ne anladığını anlatmaya... Klipte Arman yerde yatmakta. Öfkeli bir köpek burnundan soluyor. Arman, hatırlıyor. Çok geçmeden çevik kuvvetin adımlarını izliyoruz. Köpek artık sadece solumuyor, şiddetle havlamaya başlıyor. Çatışma başladı. Bir avuç gaz maskeli gence karşı bir tabur çevik kuvvet ellerinde cop ve gaz bombalarıyla saldırıya başlıyor. Artık ayağa kalkan Arman şöyle söylüyor: “Dünya yorulmuşsun...” Ve müzik videosu ekranda yazılı şu sözlerle bitiyor: “Yaşananlara tutulmuş bir aynadan ibarettir bu görüntüler. Ve seyirci kalmak en büyük suçtur belki de...” Klip, geçtiğimiz şubat sonunda Müyap’a teslim edildi. Günler geçse de bir türlü televizyonda belli başlı müzik kanallarında gösterilmedi. Genç popçu bunun
Aslında ben her zaman en Bretoncu sürrealist vokalimizin Ahmet Kaya olduğunu düşünürüm.
Çünkü sadece odur tam da şöyle şarkı söyleyen:
Martılar ağlardı çöplüklerde biz seninle gülüşürdük
Şehirlere bombalar yağardı her gece biz durmadan sevişirdik
Burada Ahmet Kaya, hayatın en geçerli gerilimini seslendirir:
Arzu ve eylem.
Che Guevara Kongo’dan yazdığı mektupta şunu yazar: