Güncel sanatın da bir ‘90lı olduğu rahatlıkla iddia edilebilir.
1990’ların ortalarından itibaren galeriden değil de sokaktan yana bir tavır sergileyerek en çok sokakla ev arasındaki gerilimden beslendiği de...
Gezi direnişi sonrası o kadar hızlı politikleştik ki başımız dönüyor.
Her zaman sokaktan beslendiğini iddia eden güncel sanat sahnesi, Gezi’nin eleştirelliğinin hızına yetişmeye çalışıyor.
Gezi parkında olup bitenlerin politik sanatın ne olduğu kadar sanatın ne olduğunu tekrar tekrar tanımlamamıza izin verdiği önemli bir kazanım.
Orada eyleme katılmış sanatçıların, birbirleriyle iletişim kurmak için kurdukları sanal grubun fiziksel bir gruba dönüşmesi, bundan sonrası için toplantılar yaparak aktif kalmaları ise bir başka kazanım.
Ama sanırım en önemlisi, polis müdahalesi altında fazla hakkını veremediğimiz bir gelişmeyle ilgili...
‘İnsanlar evlerinden kovuluyor’
Bildiğiniz gibi önümüzdeki eylülde gerçekleşecek 13. İstanbul Bienali, bienal öncesi iki ayrı panel serisi düzenledi. Son panel, Kamusal Direniş Platformu üyeleri tarafından bir eyleme sahne oldu. Eylemciler, kentsel dönüşüme dikkat çekmek ve bunu eleştirmek amacıyla çeşitli semt isimlerinin yazılı olduğu tişörtleriyle yere yatınca İKSV ekibinin müdahalesiyle apar topar götürülmüşlerdi.
İTÜ’deki ilk paneli de kentsel dönüşüm mağdurları ve mahalle temsilcilerinden oluşan bir grup işgal etmiş. Eylemleriyle ilgili şu açıklamayı yapmıştı:
“İstanbul’un birçok yerinde kentsel dönüşüm adı altında insanlar evlerinden kovuluyor. Siz ise bu güvenli salonlarınızda oturmuş üstelik de sermayenin sponsorluğuyla kentsel dönüşümü konuşacaksınız. Hiç o yerlere gidip insanlarla konuştunuz mu, onların derdini dinlediniz mi, onlara destek oldunuz mu?”
Bu Mart ayında gerçekleşmişti. Panelin mekanı hemen İTÜ’den İKSV’ye ait Salon’a alınmıştı.
İKSV, eylemcileri hoş görmemiş. “Anne, ben barbar mıyım” başlıklı bienalden yola çıkarak “Anne, ben insan mıyım”, yazılı bayrak açan gençleri takdir ettiğini, onların yanında olduğunu, ‘nihayet sadece sanat profesyonellerini değil, vatandaşı da ilgilendiren bir bienal yapıyoruz ne iyi’, diyememişti.
‘Dönüştürücü bir deneyim’
Bu benim fikrimdi. O ay Akbank Sanat’ta katıldığım bir söyleşide bienal yöneticilerinin büyük bir fırsatı kaçırdıklarını ifade etmiştim. Bienali asıl bu gösterilerin besleyeceğini de...
Mayıs ayı geldi. Ayın sonunda başlayan Gezi eylemlerinin rüzgarıyla sanat dünyası yaşananları hatırladı. İKSV’ye 6 Haziran tarihli bir mektup yazdı. Mektubun altında pek çok sanatçının, kültür emekçisinin imzası vardı. Mektup, kentsel dönüşüme ve kamusala odaklandığını iddia eden 13. İstanbul Bienali’nin, “kamunun farklı seslerine karşı koyduğu otoriter, yargılayıcı ve iletişime kapalı tavrını çelişkili” ilan ediyor. Bienal ekibini, acilen iktidar refleksli tutumlarını değiştirmeye ve düşünmeye çağırıyordu.
İKSV düşünmüştü. Çok geçmeden, üç gün sonra sitesinde bir açıklama yayınladı.
Bienalin küratörü Fulya Erdemci, Taksim Gezi parkında yaşananlardan çok şey öğrendik, diyordu:
“...Dürüstlük, açıklık ve farklı görüş ve pratiklerin birlikteliğini öngören ve hayata geçiren bu barışçıl hareket hepimize daha önce hayal bile edemeyeceğimiz dönüştürücü bir deneyim kazandırdı. “
İşte size sırtımızın yere gelmeyeceğini gösteren önemli bir gelişme...
Dozer çoktan kendi rengine kavuştu, evet. Ama pembeyken şunu gösterdi: kültür sanat alanında da kamu adına hareket etmeye kalkışan mikro veya makro iktidarlar bir gün gelir sarsılabilir. Çözülebilir. Hata yapabilir. Özür dileyebilir.
Bu kıymetli bir kazanımdır.
Önümüzdeki günlerde göreceğimiz birçok kazanımdan sadece biri...