Herkes tatlı diyemeyeceğim abartılı bir telaş içinde... Herkesten kastım elbette sanat dünyası insanları... Sanat dünyası insanları, fena halde, 13. İstanbul Bienali şerefine, onuruna, anısına çeşitli etkinlikler düzenlemekle meşguller. Ben de boş durmadım. 13. İstanbul Bienali şerefine sizin için bir bienal haftası etkinlik rehberi hazırladım. Bienale paralel gerçekleşen gitmeniz görmeniz gereken en önemli sergileri sıraladım. Bol şans. Siz siz olun haftaya ne yaparsanız bienal onuruna yapmayı ihmal etmeyin...
* Anish Kapoor/ SSM
Sakıp Sabancı Müzesi, dünya devi Anish Kapoor’u İstanbul’a getiriyor. 10 Eylül’den itibaren Boğaz’a nazır yerini alacak Kapoor’un sergiye paralel Portakal müzayede evinde giyilebilir sanat başlığı altında satılacak mücevherleri, Kapoor’un sanat endüstrisinin belli başlı sanatçı tröstlerinden biri olduğunu idrak etmemizi bir kez daha sağlayacak.
* Rebecca Horn/ Galeri Artist
Galeri Artist, arte poveracı Kounellis’ten sonra bir atak daha yaptı ve bu kez Rebecca Horn’u getiriyor İstanbul’a... Horn son derece egzantrik bir kadın sanatçı. Kolay paketlenemez. Feminist ya da mistik gibi... İstanbul’daki sergisinde Ortaçağ’dan bir kitaptan yola
Elgiz müzesinin teras manzarası gerçekçi olmaktan başka çare bulamadığımız bir İstanbul’a işaret ediyor. Dönüşmekte ve yükselmekte olan bir İstanbul’a... Dubaileşen bir İstanbul’a... Yarısı bitmiş yarısı henüz inşaat halindeki İstanbul’a bakan teras, yılda bir kere heykel üreten sanatçılara açılıyor. Bu yıl da öyle oldu. Bu kez 40 yaşın altında heykel üretenler yani otuzlarındaki sanatçılar, Tuğçe Yücetürk, Esra Sağlık, Çayan Yılmaz, Aynur Öztürk, Ezgi Sönmez, Malik Bulut, Serdar Kaynak, Seval Şahin, Tanzer Arığ, Tuğba Özbağkıran, Uğur Çakı, Arif Çekderi, Kağan Toros işleriyle terastaki yerlerini aldılar. Ve kim bilir (en çok bunu merak ediyorum) bu terasa bakan inşaatlarda çalışan işçiler, bu işler üzerine neler düşündüler...
Sigara molalarında bir yükselip bir alçalan objelerle biraz olsun oyalanıp yorgunluklarını giderebildiler mi?
Otuzlarındaki bu sanatçılara bir süre önce heykelden beklentilerini sordum. Bir araç olarak heykelden ne beklediklerini... Her birinin yanıtları farklıydı.
Kimi satabilmekten dem vuruyor, kimi heykelin çevresinde izleyicinin alabildiğince çok vakit geçirmesini istediğinden...
Üretim dillerinin farklılığı kadar heykelden ne bekledikleri de
Geçtiğimiz günlerde sanat dünyası ilginç bir tartışmaya sahne oldu. 12 Eylül’de CAM Galeri’de açılacak Emre Zeytinoğlu küratörlüğündeki “Bunu Ben de Yaparım” sergisinin ismi özetle olay yarattı. Sanatçı Yeşim Ağaoğlu uzun bir açıklama yayınlayıp “ “bunu ben de yaparım” kavramı üzerine bir sanatçı ve şair olarak 10 yıldan fazla bir zaman içerisinde düşünmekte, çalışmakta ve işler üretmekte” olduğunu ifade etti. Yani bu isim bana ait hatta bunu benden aldınız, diyordu. Bunun üzerine küratör Emre Zeytinoğlu, bu tesadüften dolayı üzgün olduğunu belirterek özür diledi. Ayrıca ona referans vermeyi teklif etti. İsmi zaten küratör değil galeri sahibi bulmuştu. Sanat eleştirmeni Ali Şimşek, konuyu mizahla ele alarak asıl isim hakkının Ayrıntı Yayınları’nda yayınlanan bir kitabın yazarları olabileceğini iddia etti. Christian Saehrendt & Steen T. Kittl’in yazdıkları kitabın adı “Bunu Ben de Yaparım”dı. Şimşek yazısını her pisuarın Duchamp’a bu anlamda borçlu olduğunu belirterek bitirmiş. Komik gerçekten. Yeşim Ağaoğlu’nun başta Kenan Evren olmak üzere bütün dünyanın modern sanatı modern yapacak tipik ‘böbürlenmesi’ni bu kadar sahiplenmeye çalışması... Zaten anonim bir tavrı
Bir süredir şehir dışında, Akdeniz sahiline yakın bir köyde hayli vakit geçirmiş biri olarak ne şehirden kaçanlara rastladım.
Öyle böyle ilginç değildiler...
Yarış atı yetiştiricisi mi ararsınız?
Tavuk çiftliği kurucusu mu?
Karavanla o sahil kasabası senin, bu sahil kasabası benim diyerek gezen yaptıkları takıları ve kabaktan lambaları satan çift mi istersiniz?
Bir zamanlar gazeteciyken artık sahilin en işlek restoranında hızlı bir bulaşıkçıya dönüşen ve bulaşık yıkamak kadar ona iyi gelen bir şey olmadığını, yeni bir dinden, bir tür meditasyondan bahseder gibi, saatlerce bulaşık yıkamanın vereceği yorgunluğa zıt enerjik gözlerle anlatan otuzlarında genç bir kadın mı?
Yoksa çocuklara siparişle doğum günü pastası yapan un yiyemeyenler için kuru fasulyeden pasta imal eden emekli avukat bir teyze mi?
Birkaç hafta önce bir ihbarda bulunmuştum.
İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nden Anadolu’ya gönderilen ve geri gelip gelmediği meçhul resimlerin nerede olduklarını soruyordum. Daha önce de birkaç kez sormuştum. Bu kez bir değişiklik yaparak bazılarının isimlerini açıklamıştım.
Ankara’dan sanat tarihçi Zeynep Yasa-Yaman ihbarımı değerlendirmiş sağolsun...
Güzel bir haber vererek... Listedeki Namık İsmail’in Son Mermi’si, Mihri Müşfik’in Natürmortu, Şeref Akdik’in Mektebe Kayıt’ı, Arif Kaptan’ın Havuz ve Sen Nehri, Nazmi Ziya’nin Tophane Nusretiye Camii, Hikmet Onat’ın Sonbahar’ı, Eşref Üren’in Ankara Fidanlığı, Cemal Tollu’nun İki Lüfer’i, Orhan Peker’in Çayırda’sı, Ankara Resim ve Heykel Müzesi teşhirinde gözüküyormuş.
Yasa-Yaman, diğerlerinin de bulunacağını düşünüyor.
Yasa-Yaman, ocak ayında piyasaya çıkan Ankara Resim ve Heykel Müzesi kitabının yazarı olarak müzenin deposunun dolu olduğunu fakat müzenin, teşhir, müzecilik ve yönetim anlayışının günümüz koşullarının çok gerisinde olduğunu dile getiriyor.
Bu kitap için müzede bol bol vakit geçirmesinin yanı sıra, gençlik yıllarında da müzede çalışmış. Hatta Dışişleri Bakanlığı Kültür İşleri Genel Müdürü olan bir
Eskop bir e-dergi olarak ilginç makaleler yayımlamaya devam ediyor. En son sanatçı Hito Steyerl’in Sanatın Politikası-Çağdaş Sanat ve Postdemokrasiye Geçiş isimli makalesini yayımladı.
Hito Steyerl’i İstanbul’da düzenlenen Former West toplantıları aracılığıyla tanımıştım.
En iyi konuşmayı o yapmıştı.
Google earth mantığı görselliğin manzara resmini nasıl etkilediğiydi. Söyledikleri, fikri dünyası çok orijinaldi.
Bu makalesinde her zamankinden daha radikal!
Çağdaş sanatın ne olduğu ve ne olmadığını çok keskin ifadelerle anlatıyor. Kesinlikle fikirlerini tartışmalıyız...
Özellikle biz kadınlar...
Yakınınızın ölümü ne kadar aniyse sizdeki şaşkınlık, hüzün aslında buna yas demeliyiz, o kadar uzun sürebiliyor.
Hemen kaleme sarılıp ertesi gün bir anma yazısı yazamaya-biliyorsunuz.
Bunu yaptığım çok olmuştur. Ama ensemde bir editör baskısıyla.
Bu kez öyle olmadı.
Barbaros Çağa’yı kaybedeli bir haftayı geçti.
Onu anacak bir şeyler yazmak ancak mümkün oldu.
Ünlü avukat, koleksiyoner, Türkiye’nin ilk hukukla ilgili vakfının kurucusu Barbaros Çağa’yı yakından tanırdım.
Floransa tatili öncesi Connecticut’lu çift bol bol ders çalıştı.
Madem antipasti yiyeceklerdi.
Antipasti yapmayı öğrendiler.
Ne kadar basitti Tanrım bruschetta yapmak... Baget ekmeğin üzerine sarmısak sürüp fırına verdin miydi, al sana bir antipasti. Tipik İtalyan. Makarnayı az pişirmeyi...
Karidesi ayıklamadan zeytinyağında döndürmeyi sonra suyuna ekmek batırmayı...
David’i... Michelangelo’yu...
Medici ailesini... Bahçeleri. Mimar Alberti’yi... Perspektifin önemini...