Evin sanat galerisinde Portreler sergisinde benim gibi pentür meraklılarını sürpriz portreler bekliyor. En büyük sürpriz Neşe Erdok’tan... Sanatçının 2013 tarihli adeta nane ferahlığındaki portresi gerçekten yıllarını katı bir disiplin içinde figürasyona adamış kadın ressamın son döneminde bazı prensiplerinden nasıl vazgeçebildiğini, özgürleşerek resmini ve figürü kurgulayış biçimini de özgürleştirebildiğini gösteriyor. İzleyiciyi bir kez daha resim yapmaya duyduğu ihtiras karşısında kendine hayran bırakıyor.
Figürün arkasına aldığı Buda heykeli, iç mekan duygusu, empresyonistlerin fırçalarını andıran hızlı fırça darbelerinin içinden bize tavandaki lambalardan bağımsız aydınlık yüzüyle ama yandan bakan figürüyle resim, kesinlikle bir Neşe Erdok başyapıtı. Aldığım haberlere göre sanatçı, Tüyap sanat fuarı için de büyük boylu iki portre yapıyormuş. Şimdiden onları da merak ediyorum. Sanatçının son döneminin büyük bir takipçisi olduğumu itiraf ederek Türkiye’de otuz yılı aşkın bir süredir üretim yapan sanatçıların son ürettiklerinin üzerine kafa yorulmamasının altını çizmek istiyorum.
Evet, pekala bunun nedeni, bu sanatçıların otuz yıl boyunca aynı şeyi tekrar etmeleri, her ne
Andımızın ilkokullardan çıkarılmasının zamanı çoktan gelmiş ve geçmişti.
Küçük bir çocuğun boyunu aşan ruhunu ezen ifadelerle yüklü bu metin yerine güne neşeli bir şarkıyla başlamanın çoktan sırasıydı.
Peki ama bir okul gününü sabahın köründen itibaren trajik kılacak bu ifadelerle büyüyen bizleri kim sağaltacak?
Kim anlamını bilmediğimiz kelimeleri sadece ezberleyerek sıraladığımız günlerin, şimdi ekranların başına geçip ağzımızın suları akarak izlediğimiz padişahlarımızın suratına tükürmek suretiyle okuduğumuz şiirlerin hesabını verecek?
Bu günlerin yetişkin hayatlarımıza ettiği gölge ve kederleri Türkiyeli psikiyatrlarımıza bırakalım...
Öte yandan andımız kaldırıldı diye üzülenlere Hatice Güleryüz’ün 2000 tarihli ilk’lerini tavsiye ediyorum. Güleryüz’ün filminde bir ilkokul bahçesinde öğrenciler önce İstiklal Marşı okuyor, sonra andımızı.
Film, marş ve andımızdaki iddialı cümlelerin, her birinin ağzına öylesine büyük geldiğini, o kadar güzel anlatıyor ki... Sanki anlamını bilmedikleri bu cümleleri tekrarladıkça ya da tekrarlayamadıkça daha küçülüyorlar. Bulundukları bahçenin toprak zemininden de aşağılara gömülüyorlar.
Yılmaz Güney Kürt değil mi? Neden öyle yazmıyorsunuz hiçbir yerde....” 3. Roma Türk Film Festivali’nin basın toplantısının finali, La Repubblica gazetesi yazarının bu sorusuyla gerçekleşti... Ferzan Özpetek’e göre bunun hiç önemi yoktu. Onun için de “İtalyan yönetmen” diyorlardı... “Türk” diyorlardı. İkisinden de hoşlanmıyordu. O yönetmendi... Uğur Yücel ise bu durumların yeni durumlar olduğuna bilgece dikkat çekti. Öte yandan Fatih Akın örneğini verdi. Alman mıydı, Türk mü? Şahsen ben sinema dünyasına çağdaş sanat dünyasından bir örnek vermek istiyorum. İtalyan gazetecinin sorusunu hiç de tahrik amaçlı değil son derece önemli bulduğumu da eklemeliyim.
Çağdaş sanatta Diyarbakırlı sanatçılar Avrupa’da 1990’ların sonundan itibaren katıldıkları Avrupalıların sergilerinde Kürttüler. Kürdistan’dan geliyorlardı. Elçilik devlet sergilerinde ise Türk. Aslında İtalyan gazetecinin sorusu bu çifte etiketlenmeyi ifşa etmesi açısından kıymetli her şeyden önce.
Sinema dünyasına Türkiyeliyi önermek isterim öte yandan... Lakin İtalyancada Türkiye’den dediğinde hiç Türkler demek gibi de olmuyor. Çünkü o Türklerin içinde Viyana kapılarına dayanan Türkler var. Ama artık o Türkler yok ki...
Vaat edilmiş bir sergiyi Salt Beyoğlu’nda uzun uzun gezdim. Ve sergi sonrası tıpkı sergiyi gezdiğim gibi uzun uzun bu kez sergiyle ilgili çıkmış yazılar, sergiyi anlatan metinler üzerine düşündüm. Sergi, bugüne kadar Gülsün Karamustafa’nın yalnızca Türkiye’de değil; uluslararası düzeyde bugüne kadar yapılmış en kapsamlı sergisi. Dolayısıyla hepimizden hem sıradan hem de profesyonel izleyiciden Gülsün Karamustafa üzerine, onun külliyatı üzerine düşünmemizi, yeni cümleler kurmamızı bekliyor. Oysa çıkan yazılara, onu anlatan metinlere bakıyorum. Bunu yapmak hiç kolay değil!
Bırakın yeni cümleler kurmamız için ilham vermeyi, Gülsün Karamustafa’nın sergisinin hakkını veremediğimizi ve veremeyeceğimizi düşündürüyorlar.
Sanatçının külliyatı: Resimleri, kolajları, yerleştirmeleri öyle bir anlatılıyor anılıyor ki... Sanırsınız Gülsün Karamustafa sanatçı değil kendini alan araştırmasına adamış bir sosyolog.
Hatta bir siyaset “adamı”.
Kuzey Avrupa ülkelerinden birinde, sosyal devlete tutkuyla inanmış bir sosyal demokrat...
Sanatçı muhakkak göç, kimlik, bellek, toplumsal cinsiyet gibi pek çok farklı kavramla bir arada anılıyor. Bütün bu kavramlar peş peşe, soluksuz bırakarak
Şehrin neredeyse her ışıklı ve görkemli yalısında bir parti düzenlendi... Tüm dünyadan bienal ve onu takip eden Art International İstanbul sanat fuarı için İstanbul’a gelenler bu partilerin seçkin konukları arasında yerini aldı. Her partide eğlenilmiyor. Her davet, parti havasında geçmiyor. Geçtiğimiz hafta boyunca o parti senin bu parti benim dolaştım.
Soluğu yine bir sahil kasabasında oğlumun koynunda aldığımdan bu davetlere yeterince uzak bir mesafeden bakabildim. Ve her birimiz için önemli dersler çıkardım.
Şöyle ki...
Her şeyden önce iyi davet demek kalabalık davet demek değil... Bu böyle bilinmeli! Çok fazla insan çağırınca partinin iyi geçeceğine dair bir garantin asla olmamalı. Lakin hem çok insan çağırıp hem de iyi parti yapmak büyük maharet. Davetliler arasında ayrım gözetmeksizin yerliyi yabancıyı aynı ortamda her birini eşitlikçi bir tutumla aynı sıcak gülümsemeyle ağırlamak... İşte bu zor. Kıymetli olan da bu...
Pamuk bir ‘celebrity’
Oturmalı bir akşam yemeği daveti veriyorsan muhakkak şuna hazırlıklı olmalısın. Çağırdığın kişilerin her birinin en az bir kişi getirmesine... O yüzden yarım saat geç gelenleri yer yok diyerek bekletmemelisin. Üstelik
Likide çevrilebilir yatırım aracı olarak sanatın değeri üzerine ne düşünüyorsunuz?
Sanatın başına bu tür ekonomik sıfatlar gelmesinin sanata hiçbir faydası olmadığını hatta büyük zarar verdiğini düşünüyorum. Çağdaş sanatın hiç olmadığı kadar bir yatırım aracı olarak görülmesi, öte yandan tarihsiz bir sanat aracı olarak alıcıyı da büyük yükten yani yine tarihten muaf tutması büyük cazibesini oluşturuyor. Hito Steyerl’le Urban kafede yaptığımız söyleşiyi kapatırken bana sorduğu soru tam da buydu: Neden dünyanın bütün zenginleri çağdaş sanatla bu kadar ilgileniyorlar? Ve sanırım bu soruya en güzel yanıt Christies Londra’dan Leoni’nin bir akşam yemeğinde sarf ettiği sözlerde gizli... “Yeniler oldukça çağdaş sanat çağdaş kalıyor. Eskiden olmayanlar yeni paraya kavuşanlar eskiden beri olmayan bir şeyi satın alarak kendilerini özgür ve mutlu hissediyorlar.”
Sanat demokratikleşti mi?
Sanatın demokratikleştiğini düşünmek çok iyimser olmayı beraberinde getiriyor. Sanatın demokratikleştiğini değil de, yaygınlaştığını adeta bütün dünyayı eskiden Avrupa sonra Amerika derken geri kalanı, geride kalmışı fethettiğini düşünüyorum. Bu soruyu da yanıtlarken bu hafta birlikte öğlen yemeği
Cengiz Çetindoğan’ın sahibi olduğu ve bienal için kente gelen ünlü galerici, koleksiyonerleri ağırladığı davetteki misafirlerin elbiselerinin çiçekleriyle yalıdaki koleksiyonda yer alan Feyhaman’ın çiçekleri.
İstiklal caddesine bakan Arter’in önünde dünya müziği yapan sokak çalgıcılarına eşlik ederek göbek atan Türk kızlarına hayranlıkla bakan turistlerle sanat merkezinin dev beyaz duvarında yazılı Anne Ben Barbar Mıyım bienal afişi...
Uluslararası önde gelen birtakım müzelerin danışma kurulları üyesi hanımların leopar desenli lauferları, bileklerine yeni gittikleri Kapalıçarşı’dan alıp doladıkları tespihlerle Azade Köker’in Galeri Zilberman’daki Orman’ları...
Santiago Sierra’nın Jorge Galindo’yla ortaklaşa Madrid sokaklarında çektiği filmi Los Encargados’la Kenan Evren’e ilişkin her türlü kötü hatırat, imge, nesne, ses vesaire... (Evren’in de imgesini başı aşağıda bir arabanın üstünde bir Nispetiye, bir Tunalı Hilmi’de gezdirme isteğiyle birlikte...)
Yine Santiago Sierra’nın Leipzig anıtıyla, Türkiye’de bronz olduğu için hurdacılara satılmak üzere çalınan çoktan eritilmiş dolayısıyla kayıp tüm heykel anıtlar...
Antrepodaki İnci Eviner’in Kırık Manifestoları’yla
‘Kaygun’a geniş açıyla bakmadım sergiyi hazırlarken, tam tersine mümkün olduğunca öznel, keskin çalışmaya gayret ettim, mümkün olduğunca taraf olmaya, bir noktaya odaklanmaya...’
Paris’te yaşayan video ve fotoğraf ağırlıklı sergileriyle tanıdığımız küratör Yekhan Pınarlıgil, dün Türkiye’nin ilk fotoğraf galerisi Elipsis’te açılan küratörlüğünü yaptığı Şahin Kaygun sergisini böyle anlatmaya başlıyor...
Şahin Kaygun sergisi, çok önemli bir misyonu yerine getiriyor. Erken yaşta kaybettiğimiz ve az tanıdığımız sanatçıyı yakından tanıma fırsatı sunuyor.
Onun üretimini yeniden değerlendirmemizi sağlıyor.
Öte yandan Kaygun’a sanat tarihindeki yerini tekrar ve çok daha özgür teslim etmeye de cüret ediyor.
Pınarlıgil’e bu sergi aracılığıyla nasıl bir Şahin Kaygun algısı yaratmak istediğini sordum. Bu sergiyi izleyen birine Şahin Kaygun’un üretimi karşısında neler düşündürmek istediğini...
Pınarlıgil, en istemediği şeyin bu kadar uzun bir sessizlikten sonra Kaygun’a nokta koymak anlamına geldiğini düşündüğü bir retrospektif yapmak olduğunu vurguladı.