Floransa tatili öncesi Connecticut’lu çift bol bol ders çalıştı.
Madem antipasti yiyeceklerdi.
Antipasti yapmayı öğrendiler.
Ne kadar basitti Tanrım bruschetta yapmak... Baget ekmeğin üzerine sarmısak sürüp fırına verdin miydi, al sana bir antipasti. Tipik İtalyan. Makarnayı az pişirmeyi...
Karidesi ayıklamadan zeytinyağında döndürmeyi sonra suyuna ekmek batırmayı...
David’i... Michelangelo’yu...
Medici ailesini... Bahçeleri. Mimar Alberti’yi... Perspektifin önemini...
Bir çift pabuç alacaklardı dönmeden.
İtalyan pabucu. Belki bir deri ceket...
Uffizi’yi internette kaç kere gezmişlerdi. Şimdi gerçekten gezeceklerdi. Bu, belgeselde gördüğün bir hayvanı ilk kez canlı olarak sevmeye benzeyecekti.
Karı koca böyle düşünmüşlerdi.
Son dakika kızları da programa dahil oldu.
Onun planı parfüm müzesine gitmekti. Bir de garip korkutucu balmumu heykellerin olduğu bir müze vardı ona...
Rejimdeydi.
Babası da rejimdeydi. 134 kilo olan babası, Toskana’ya ayak bastığında 100 kilo olmayı planlıyordu.
Dr. Oz’u dinlemiş. Her bir öğününe 25 gram protein katmıştı. Yine Dr. Oz’u dinleyerek günde on iki dakikasını alan bir fitness programı uyguluyordu. İşyerindeki masasının üzerindeki Boticelli’nin Venüs’üne bakıp kendini David kadar olmasa da 100 kilo kadar düşünmeye gayret ediyordu.
Karısının İtalyan yemeklerini öğrenmek için yazıldığı online kurs yüzünden zorlanıyordu.
Karısı, ısrarla bu mutfağın asla kilo aldırmayacağını iddia ediyordu.
O da Madonna’ya takmıştı. Raphael’in Madonna’sına. Bir de Fransız bir ressamın yıllar sonra tekrar yapacağı o kadının resmine... Urbino’lu kadının resmine. Ressamın iki ismi vardı. Birbirine çıkan iki isim. Ama unuttu.
Connecticut’lu aile reisi Toskana’ya adım attığında maalesef 100 kilo değildi. 140’a yakın olduğu söylenebilirdi. Ne kadar yakın olduğunu bütün ailesinden saklıyordu.
Anne hala ressamın adını hatırlayamıyor.
Kız çocuk ise elindeki cep telefonuyla Amerika’da bıraktığı erkek arkadaşıyla Viber üzerinden mesajlaşmaya çalışıyordu.
Anne ressamın ismini hatırladı. Çünkü görmeyi planladığı resim Venedik’e götürülmüştü. Hani o Fransız ressam vardı ya onun kopyasını yapacak olan onun sergisi için... Ressamın adı hem Tiziano’ydu hem Titian’dı.
Baba, David’in karşısında kendisini fena halde çirkin, şişman ve değersiz hissetti.
Boticelli’nin Venüs’ü karşısında ise çaresiz...
Ailece rehberlerinin ısrarıyla bir müzeye daha yöneldiler. Tatilin son gününden bir gün önceydi.
Rehber, bu müzeye götürdüğü her kişi için ajanstan beş euro komisyon alıyordu.
Museo Dell’Opera del Duomo’da rehber Guiseppe tam da komisyonunun peşindeyken bir çığlık koptu.
Connecticut’lu aile reisi, Ambrogio’li Giovanni imzalı mermer heykelin parmağını kırmıştı. Spor ayakkabılarını bağlamaya çalışırken dengesini kaybetmiş heykele çarpmış 600 yıllık heykel yere düşünce parmağı yerinden çıkmıştı...
Rehberin bahsettiği o Toskanalı yazar, boşuna cehennemi anlatan bir roman yazmamıştı.
Cehennemdi burası. Kendisini en şişko hissettiği kent. Hiçbir tatilde böyle hissetmemişti.
Bize bu heykelin parasını ödettirirler mi şimdi diyen karısının antipastileri batsındı.
Kızı ise müze görevlisine şöyle diyordu:
“Bakın bizim ülkemizde Amerika’da Mcdonalds’da milkşeyki yanlışlıkla yere düşürdüğünüzde hemen size yeni bir milkşeyk verirler. Bizim zihniyetimiz böyledir... Bakın bu heykeli babam istemeden düşürdüğüne göre...”
“Yukarıdaki hikâye, gerçek bir olaydan alınmış olup karakterler hayal mahsülüdür.”