Fahrünnisa Zeid’in ‘atomlar’ının satışı epey bir heyecan yarattı. Kültür ve sanat basını yazarları, www.sanatatak.com’un gece, müzayede bitiminde duyurduğu haberle uyanır uyanmaz birer dedektife dönüştü. Herkes birbirini arayıp kimin Zeid’i aldığını ve Türkiye’ye getireceğini soruyordu. Kanıt toplamak için elbette sosyal medyaya başvuruldu. Koleksiyoner olup Instagram’da Christie’s müzayedesinde olduğunu belli edenler arandı. Facebook’ta kimler Dubai’de görünüyor kontrol edildi. Ortaya bir avuç olağan şüpheli koleksiyoner çıktı. Bunların başında yeni müze açma hazırlığı içinde olan Cengiz Çetindoğan geliyordu. Onu Instagram’daki Zeid karesiyle Öner Kocabeyoğlu takip etti. Nezih Barut, Amerika’daydı.
Murat Ülker neredeydi? Oysa resmi satın alan hiçbiri değildi. Zafer Yıldırım, İstinyepark’ın ve bir futbol takımının sahibi olmasıyla biliniyor.
Koleksiyonuyla değil! Bu da çağdaş sanatın yeni bir kahramana, olağandışı bir şüpheliye sahip olduğunu duyuruyor! Olağan olması an meselesi dolayısıyla. Onu izlemeye devam edelim!
Alo, alıyorum, aldım...
Telefonda ve online alım yapanların sayısı her geçen gün artıyor.
Önemli bir araştırmaya göre müzayededen eser alanların yüzde
Artprice.com bu yılki çağdaş sanat pazarı raporunu yayınladı. Her yıl ekim ayında yayınlanan rapor tamamen dünyanın farklı kıtalarında yaşanan müzayede satışları sonuçlarından yola çıkarak hazırlanıyor. Yani rakamlarla çağdaş sanat ekonomisinin haritasını çiziyor. Çağdaştan kastedilen de rakamsal. 1945 yılı sonrası doğanlar çağdaş sanatçı sayılıyor. Sitenin kurucusu heykeltıraş Fransız Thierry Ehrmann, rapora yazdığı giriş metninde çağdaş teriminin artık iki aktif kuşağa işaret ettiğine dikkat çekiyor. Bilinenler, hali hazırda tanınanlar ve yükselenler... Özellikle Avrupa’nın yaşadığı ekonomik krizin, satışları geçtiğimiz yıla oranla düşürdüğünü ifade eden rapor, bu anlamda en çok İspanya’nın çektiğine dikkat çekiyor. İspanya’da 2013 yılı itibariyle satışa çıkan eserlerin yüzde yetmişi satılmamış. Pazar geçen yıla oranla yüzde altmış iki küçülmüş. Bu da şu anlama geliyor. Modern eserlerini elden çıkaran pek çok koleksiyoner olmasına, çağdaş genç sanatçı ve galericilerin hayatının giderek daha zorlaştığına... Londra ve Paris, uluslararası alıcının 2013 yılında da gözdesi olmaya devam ederken İtalya’da da durumlar doğrusu hiç iç açıcı geçmemiş.
Amerika mı Çin mi?
Dünyanın
Doğrusunu isterseniz son bir ay içinde fena halde seyahat ettim. Avrupa’nın belli başlı şehirlerinden ise hep aynı yere, oğlumun yanına, güneyde bir köye döndüm. Burada durdum. Baktım. Bakabildim. O şehirlere.
O şehirlerdeki benzerlerime... Benzemezlerime. Durmadan bakmak zor çünkü... Hele İstanbul gibi kalabalık, kah Avrupalı kah Doğulu kah merkez kah taşra... Hepsi bir arada bir şehirde durabilmek. Hadi durdun, bakmak zor.
En son Londra’da kadınların metroda makyaj yaptıkları dikkatimi çekti.
Sonra benim ne çok olmadık yerlerde yapabildiğimi anımsadım. Takside, uçak tam inerken, asansörde...
Büyük bir hızla... Gazeteci olmanın getirdiği o hızla...
Topukluları çantada taşıyan bir tek New Yorklular mı sandınız?
Gazeteci kadınlar da taşır.
Batı’nın en fiyakalı fuarının iki bölümden oluştuğunu daha önce size yazmıştım.
Frieze ana fuar ve ikinci yaşını dolduran Frieze Ustalar bölümü...
Bu ustalar bölümü üzerine hep birlikte düşünmemizde fayda var.
Ustalar deyince aklınıza sadece Matisse, Picasso, David Hockney vs. gelmesin!
Aynı zamanda Uşak halıları, İran halıları, 15. yüzyıldan terracotta heykelcik veyahut bir Buda... Henüz mücevher yok.
Aklıma bundan birkaç yıl önce Ali Esat Yüksel’le Moiz Zilberman’ın davetlisi olarak gittiğimiz Tefaf fuarı geliyor da... Her şeyin, retro mobilyaların Andy Warhollarla, 1920’lerin mücevherlerinin 1980’lerin soyut dışavurumcu resimleriyle satılmasını doğrusu yadırgamıştım. Ve hiç de contemporary yani çağdaş bulmamıştım.
Ama için için bütün o ışıltılı Belle Epoque mücevherlerin, Sonia Deleunay kostümlerin, Eames sandalyelerin, Corbu tasarımı abajurun içinde çok mutlu olmuştum. İlginç bir detay hatta... Kraliçenin saçlarını yapan Türkiyeli kadın kuaförle tanışmıştım. Dükkanını her sene buradan aldığı retro mobilyalarla baştan yaratan Hollanda’daki gururumuzla. Kalmam için ısrar etmiş, çiğ köfte yaparım demişti ya da içli köfte. Sıcacık biriydi. Tefaf’ın büyük
Artık Londra’nın göbeğinde, işlek caddesi Oxford’a çok yakın, Türkiyeli bir galeri var. Mısır apartmanındaki Piartworks Londra sanat sahnesine hızlı bir giriş yaptı. Mehmet Ali Uysal, Volkan Aslan, Nejat Satı, Mustafa Horasan ve Nezaket Ekici’nin işlerinden oluşan serginin açılışı Art International İstanbul fuarı ekibinin verdiği bir partiyle şenlendi.
Açılıştan önce sanat eleştirmeni Stephanie Bailey, Volkan Aslan, Nezaket Ekici ve Mehmet Ali Uysal’la bir konuşma gerçekleştirdi. Mehmet Ali Uysal, işlerine çıkış noktasının ilk kez gittiğinde çok geç gördüğünü fark ettiği Louvre Müzesi’ndeki resimler olduğunu açıkladı. Yıllardır kaçırdığını düşündüğü resimlere bakıp onları adeta bombalamak istediğini ifade eden Uysal, işlerinin kişisel hikâyesinin bu olmasına rağmen farklı okumalara açık olduğunun da altını çizdi.
Piartworks’ü çıktığı bu zorlu yolda onu desteklemek gerekiyor. Bu da başta Türkiyeli koleksiyonerlere ve elbette Londra’ya hafta sonu alışverişe giden Türkiyelilere düşüyor.
Her alışverişte galeriye uğrayıp bir alışveriş de burada yaparlarsa Piartworks Londra’nın en cool galerilerinden birine dönüşebilir.
Genç sanatçı dediğin kaç yaşındadır?
Serpentine
Bu kez Bodrum’u doğrusu çok değişmiş buldum. Bu değişime neden çocukluğumdan beri zaman zaman kaldığım otelin yerinde yeller estiğini görmek miydi?
Tam da masallardaki gibi...
Bir mekanın yokluğu varlığa işaret edebilir mi?
Barlar sokağında yer alan otelin artık olmaması, oranın bir çay bahçesi olarak halka açılması büyük bir soluğun girmesine neden olmuş o bildik sokağa...
Deniz havası barlar sokağını oksijene boğmuş.
Etkilenmemek mümkün değil.
Önü açılan eski kütüphanenin nasıl da tipik Bodrum mimarisi örneği olduğunu yeniden keşfetmek...
‘Sonuçta benim kamusal alanda sanat yapma ısrarım toplumsal kaygılar kadar estetik kaygılar yüzünden. Bunu inkâr edemem.”
Bu sözleri İstanbul’a köklerini aramaya gelmiş Parisli sanatçı Betrand Ivanoff, 2008 yılında söyledi bana. Radikal gazetesi için yaptığımız söyleşide... Aradan yıllar geçti. Betrand Ivanoff, bir toplama kampı gazisi babasının babasının Üsküdar’daki eczanesinin keskin ilaç kokusunun izini bulduğundan mı bilinmez. İstanbul’a yerleşti. Tophane’de, Üsküdar’da, Park Otel’de, Mardin’de hep ama hep kamusal alanda izinli izinsiz sayısız müdahaleler gerçekleştirdi.
Dün akşam bu kez Kasımpaşa’da bir çıkmaz sokaktaydı.
Betrand Ivanoff, onu tanıdığımda kamusal alanda sanat yapmakla ilgileniyordu şüphesiz... Fakat bunu yaparken yukarıda alıntıladığım sözlerinde olduğu gibi işin estetik tarafını politik ve toplumsal yönüne göre daha önemsiyordu. Başrolü İstanbul’a ve ona giydirmek istediği ışığa veriyordu.
Lakin İstanbul, değiştirir. İçinde yaşayanı kendine benzetir.
Ivanoff’a da öyle olmuş.
Sanatçı, artık başrolü estetiğe değil mahalleliye dolayısıyla görünmeyene vermiş.
Geçtiğimiz cuma gecesi, evime gitmek için dolmuşa binmek üzere AKM’ye doğru yürüyordum. Trafiğin feci olduğunu hissederek aslında biraz daha İstiklal caddesinde dolaşmanın iyi bir fikir olduğunu düşünüyordum ki bir arkadaşıma rastladım. O kadar uzun zamandır görüşmüyorduk ki... Bir yerde oturmaya karar verdik. Sonra başka bir yerde... Sonra bambaşka bir yerde. Sabaha karşı eve geldim. Şehrin uzun zamandır ihmal ettiğim gece hayatıyla biraz olsun karşılaşabildim. Hamilelikti, annelikti... Ne kadar uzun zamandır ihmal ettiğim gece hayatını doğrusu ilham verici buldum.
Picante’de eski Bodrum günlerini sahibi Picante Hakan’la anıp çeşitli Meksika içkileri -dolaylı ve dolaysız- içtikten sonra Osmanbey’deydik.
Eğlenmek için gecenin üçünde Osmanbey’e gitmek tuhaf geldi. İtiraf etmeliyim...
Hele bir apartman dairesini andıran müziğin sızmadığı girişiyle mekanın nasıl bir eğlence vaat ettiğini doğrusu anlamadım.
Siyah kapıyı çaldık. Çok beyefendi biri kapıyı açtı. İçerisinin çok kalabalık olduğunu söyledi.
Hazır mıydık?
Bu kalabalığa girmeyi gerçekten istiyor muyduk?