Arter’in yeni sergisi, Emre Baykal’ın küratörlüğünde Haset Husumet ve Rezalet başlığını taşıyor. Serginin en önemli tarafı sergi için üretilmiş işlerden oluşmuş olması. Arter bunu ikinci defadır yapıyor. Böylelikle tarih yazıyor. Serginin başlığı kaybolacağınız kadar genel olabilir ama sanatçılar sizi sınırlandıracak hiç merak etmeyin. Favorim Canan Şenol’un “Yalvarırım Bana Aşktan Söz Etme” isimli yerleştirmesi. Duvarlarda 1970’lere ait erotik Türk filmleri afişleri ve ortada bir camekan. İçinde bir bornoz. Bornozun arkasında ünlü dansöz Seher Şeniz’in intihar etmeden önce yazdığı mektup. Bir tür vasiyet. “Beni bornozla gömün” diyor. Şenol’un sergide aynı zamanda 1998 tarihli Şeffaf Karakol’u da bulunuyor. İşin hala taze kaldığını; siyasi gündem kadar kişisel ajandamızla uyumlu olduğunu görmek ilginç. Serginin bir diğer başrolündeki kadın sanatçı Hera Büyüktaşçıyan. Adeta küçük bir solo, bu sergide yaptığı. Bir anti-modernist olarak dikkatimizi çeken Büyüktaşçıyan, şimdiden Füsun Onur’un mirasını sırtlanıyor. O bu serginin büyük keşfi. (Mana’daki geçen yıl yaptığı işini saymazsak!) Özmen’in birbiriyle boğuşan mı, hayır daha çok birbirlerine sarıldıklarını düşündüren bayrak
Yağlıboya bir resim, devletlerarası işlenmiş bir suçun kanıtı olabilir? Pekala olabilir. Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, Pera müzesindeki Elçiler ve Ressamlar sergisinde gördüğü Jean-Baptiste Hilair’in resmini delil olarak göstererek suç duyurusunda bulunmaya hazırlanıyor. Resim, Fransız Büyükelçisi Kont Choiseul-Gouffier’in topladığı antik eserlerin Fransa’ya gönderilmek üzere gemiye yüklenmesini konu ediyor. Resimde, sol altta kayıklara aktarılan antik eserler var. Sanatçı, bu kaçırma hikayesini konu etmekle kalmamış, resmin altına “antik eserlerin yüklenmesi” diye bir açıklama da yazmış. İlk kez 1776 yılında, Hilair ile birlikte bir Ege haritası çıkarmak üzere Osmanlı topraklarına gelen Choiseul-Gouffier, hazırladığı Voyage Pittoresque de la Grece adlı kitapta büyük ölçüde sanatçının resimlerinden yararlanmış. Antikiteye meraklı bu diplomat ve ressam arasındaki ortaklığın bir gün gelip de kaçırılan eserlerin Türkiye’ye dönmesini sağlayacak bir belgeye dönüşeceği kimin aklına gelirdi? Resim, hakikati gösterir mi? Yalancı değil midir? Kültür Bakanlığı, bu konuda Platon gibi düşünmüyor anlaşılan...
Anne, ben kimim?
Bienal başlamadan etkisini göstermeye başladı bile. İlk
Taksimspor’da onunla iki yıl futbol oynadı. Hrant Dink’i, takımın orta saha oyuncusu Hrant Dink’in taktığı lakapla Bıdık anlattı...
Bıdık benim Moda’daki arkadaşlarımdan... Avize dükkanı vardır. Bütün Moda evlerini onun Çekoslovak, Osmanlı, Venedik işi lambaları, kristal avizeleri aydınlatır...
Bildiğiniz tüm kiliseleri de...
Murat’ın Hrant’la futbol oynadığını bilmiyordum...
Annemin lambaderine üfleme camdan karpuz ararken öğrendim.
Bir fotoğraf gördüm.
Hrant’ın da öyle bir formayla fotoğrafı vardı...
Zeyno Pekünlü, Nutuk olarak bildiğimiz metni Atatürk’ün altı gün boyunca altışar saatten toplam 36 saat okuduğunu öğrendiğinde bunu bir performans olarak düşünüp analiz etmeye karar verdi. Nutuk’ta yer alan bütün kelimeleri saydı. Daha sonra çeşitli başlıklar altında grafiklere dönüştürdü. Nutuk’un yanı sıra İstiklal Marşı’nı da nota uzunluğu sırasına soktu. Dinlediğiniz İstiklal Marşı’ydı ama ona hiç benzemiyordu. İşleriyle ilgili genç sanatçı şöyle diyor: “Benim bu işlere dair ‘özel’ derdim, orta-sınıf, beyaz, İzmirli bir memur çocuğu olarak aslında bu metinlerin en fazla kapsadığı demografiye dahil bir birey olarak verili anlamlarını kurcalamak. Ve demografinin aslında her zaman dışladığı ‘kadın’ olarak da iktidarın sembollerini çarpık bir merceğin altına almak.” Sergide ayrıca eski siyah beyaz filmlerden derlenmiş hazır yapım filmler yer alıyor. Biri erkek erkeğe sahnelerden diğeri erkeklerin ıslık, camı tıklatmak gibi işaretleşmelerinden oluşuyor. Ayrıca Pekünlü’nün oyuncularla çektiği Pazar günü çifti filmine dikkat!
(Sanatorium’daki sergi için son bir hafta. Eşzamanlı gerçekleşen Sevil Tunaboylu sergisini de mutlaka görün!)
Sergide siyah beyaz filmlerden
1-13’ünde Stendhal’e hayrandı, 15’inde Thomas Mann’a... 16’sında da Chopin‘e. Şimdi tekrar Chopin‘e...
2- Kitaplığı gibi yaşamındaki ilgi alanları sürekli olarak değişiyor.
3- 70 metrelik bir koridorda 50 bin cilt kitabı var ve hepsini aklında tutuyor.
4- Bugün eğitimin, Rönesans atölyelerinde olduğu haline dönmesi gerektiğini düşünüyor.
5- Louvre müzesi ondan bir serginin küratörlüğünü yapmasını istediğinde kendisini Dan Brown romanlarındaki bir karakter gibi hissetti.
6- Don Juan’ın kaç kadınla yattığını ondan öğrenebilirsiniz. Toplam 2.063.
7- Ona göre “çok cesaret kırıcı, aşağılatıcı bir sınırımız var”, o da “ölüm”.
Menderes’e yazılan sanatçı mektuplarından haberdar olup onları tartıştığımız şu günlerde bence ünlü geç Osmanlı mimarı Vedat Tek’in Atatürk‘e yazdığı mektubu hatırlamalı. Tekrar tartışmaya açmalıyız. Afife Batur, Tek‘in eserlerini ve hayatını anlattığı kitabında bu mektup için ‘Türkiye modernlik serüveninin 1930 yılındaki kimlik kartı’ der. Bu kimlik kartına bakıp o dönemin incittiği bütün “artist”leri anmakta fayda olabilir. İşte ‘bireyselciliği’yle erken Cumhuriyet’ten büyük darbe almış Tek‘in Ata‘ya mektubundan bir bölüm:
“Bendeniz diplomatlık bilmez bir artist oldığımı ve artistlerin de herkes gibi düşünmez, derbeder olduklarını bilirsiniz bu zihniyet ile, ilgi, bilmeyerek ve istemeyerek efendimizin gazabına sebebiyet verecek kusurda bulundisam, şimdiye kadar iltifatınızdan mahrumiyeti kafi ad ederek af edilmekliğimi büyüklüğünüzden istirham ederim. Küçüklerin kusurunu af etmek daima büyüklerin şanındandır.”
Bu mektuba Atatürk hiç yanıt vermedi. Vedat Tek, bırakın otomatik vitesli olduğu için kullanamadığı araba yüzünden para istemeyi, yaptığı işlerin maddi karşılığını alamadan, devlet ona borçlu ölecekti. Bugün mimarın evinin olduğu, kendi elleriyle yaptığı
O Fransa’da Yeşiller’in senatörü... 15 ay oldu Fransız senatosuna gireli... Ve hazırladığı kanun sayısı çok... Yabancıların oy vermesini sağlayacak kanunun altında onun imzası var. Belediye seçimlerinde yabancıların oy vermesi için elinden geleni ardına koymadı. Senatodan geçirmeyi başardı. Lakin parlamentodan geçmesi için beşte üç oy gerekiyor. Bu da imkansız. Referandum yoluna ise Hollande, kaybedeceği için gitmemekte ısrar ediyor.
İstanbullu Esther Benbassa’yla, Hünkar lokantasına oturuyoruz.
Rejime ara veriyor. Kalecik karası ve İzmir köftede karar kılıyor.
Benbassa’ya göre Hollande‘ın geleceği parlak değil. Şimdiden çok puan kaybetmiş:
“Fransızlar aslında sola oy vermediler. Sarkozy’ye karşı oy verdiler. Fransızlar sağcı” diyor.
Hollande iktidara geldikten sonra hiçbir sözünü yerine getirmemiş.
Esther Benbassa, Fransa’daki eşcinsel evliliği kanun tasarısının arkasındaki tek isim. O yüzden adı gaylerin arasında “yeşil ikona”.
Coca Cola’nın kentin dört bir yanındaki büfelerin tepesini kaplayan reklam çatısı çok şeyi birden düşündürüyor. Öncelikle reklamverenlerin gözlerimizden vazgeçtiklerini...
Artık onlara gözlerimiz yetmiyor. Bakmamızla yetinmiyor olacaklar, büfelere buzlar içinde yatan bir Coca-Cola çatısı üretmişler. Yaya olarak göremeyeceğimiz bir konumda ancak yüksek bir yerden, kuş uçuşu baktığımızda görebileceğimiz bu çatılar, Rönesans’tan beri gözü esas alan insana ait bakışın yerini başka bakışların aldığının birer ispatı. Ancak google earth’teki gibi tepeden İstanbul’a bakarsanız bu çatıları görebilirsiniz.
Bu tepeden bakış aynı zamanda denetimin de bakışı değil mi? Yani gözetlemenin... Birileri bizi uzun zamandır gözetliyor. Güvenlik şirketlerine ait kameralar, kentin kendi kameraları vs... Ve bu da insanlığı tüketime sevk etmek isteyenlerin gözünden elbette kaçmıyor. Artık gözetleyenlerin de düşünüldüğü bir reklam görsel estetiği mevcut.
Mahremiyetin dönüşümü
Windows 8’in tanıtıldığı reklam filmi de bir sürü şey birden düşündürüyor.
Filmde genç erkek, sevgilisine evlenme teklif ediyor. Ona güzel bir yemek yapıyor. Tam evlenmeyi teklif ediyor. Kapı çalıyor. Bütün aile kapıda bu