Geçtiğimiz günlerde genç sanatçı Ahmet Öğüt uluslararası bir ödüle layık görüldü. Her yıl dünyanın otuz beşi geçmeyen genç kuşak sanatçılarını teşvik etmek amacıyla verilen Future Generation Art Prize özel ödülü bu yıl ona verildi. Gelecek kuşak ödülünü ise ressam ve kısa hikaye yazarı Afrika asıllı İngiliz Lynette-Yiadom Boakye kazandı. Ödülün kurucusu Ukraynalı bir işadamı, Victor Pinchuk. 1960 doğumlu mühendis işadamı, bir süre politikayla uğraştıktan sonra tamamen kendini hayır işlerine vermiş.
Ne tesadüf ki Ahmet Öğüt’ün ödül alan işi de hayırsever bir iş...
Genç sanatçı, proje için doğduğu kent Diyarbakır’a gidip beş tane düğün geziyor.
Adet gereği her gittiği düğünde altın takmayıp onun yerine 100’er Amerikan doları dağıtıyor.
LA’lı hackerlar
Bu dağıttığı bir ve elli dolarlık kağıt paraların her birinin üzerinde www.eyewriter.org/diy/ yazıyor. Eye Writer, internetten yapımı için gerekli teknik detayları isteyen herkesin indirip kullanabileceği bir alet... Sadece gözleriyle iletişim kurabilen felçli hastaların gözlerini kullanarak çizim yapıp, yazı yazarak iletişim kurmalarını sağlayan bir açık kaynak.
Tepenin Ardında’nın konusu Lacan’ın deyişiyle “hakikatin nasıl kurgu gibi inşa edildiği”.
Bunu anlatmayı tercih ettiği mekan ise manzaranın kendisi... Doğanın ortasında tepelere nazır güneyde bir yayla. Ortasından derenin geçtiği...
Filmde manzaranın ele alınış biçimi, akla önce geç Osmanlı izlenimcilerini getiriyor. Mütareke yılları sırasında sayısız İstanbul resmi yapan izlenimciler, manzaraya siyasi ve toplumsal bir anlam yüklediler mi? Bu sanat tarihinde hala yanıtlanmamış bir sorudur. Bugüne kadar yanıtlanmış olan, manzarayı nasıl fırçalarla yapmayı seçtikleridir.
İşgal yıllarında İstanbul manzarasına; Üsküdar çarşısına, Boğaz suyuna karşı duydukları sadakat değildir. Yaşadıkları kentlerinin aynı zamanda çatışma mekanı olmasıyla ilgili duydukları kaygı hiç değildir.
Onlar, benzetildikleri empresyonistlerin aksine manzaraya anlam yüklemiş, neredeyse romantik bir tavırla manzarayı sembolik düzenin mekanı olarak düşünmüş olabilirler. Oysa empresyonistler, manzaradaki anlamı eksiltmişlerdir.
Onu sadece ve sadece göründüğü kadarıyla ele almak, görünürken nasıl değiştiğini belgelemek istemişlerdir. Tepenin Ardında’ki manzara da empresyonistlerin manzarasına ait değil.
1- Hassan Khan/ Salt Beyoğlu
Aidiyet üzerine iş nasıl üretilir, işte bunun dersini verdi Hassan Khan Salt’taki sergisiyle... Mısırlı genç sanatçı, memleketiyle öznelliğinin çakıştığı yerden aslında o ele geçirilmesi, görünmesi zor kuytudan objeler, imgeler ve belki de en önemlisi sesler çıkardı yukarıya. Serginin sunumu, Khan’ın dünyasına girişi mümkün kıldı. Lakin burayı terk etmek zordu.
2- Allan Sekula: Birleşmeyen Filmler 1972-2012 / Akbank Sanat
Sekula ilk kez gelmiyordu İstanbul’a... Daha önce de 10. İstanbul bienaline gelmişti. “Dünya bir fabrika” demişti hatta söyleşimizde. Akbank Sanat’a sanatçı 1972 yılında savaş sanayisi için üretim yapan fabrikada çektiği film ve fotoğraflarla katıldı. Fabrika çalışanlarıyla yıllar sonra göz göze gelmemizi sağladı. Bir suç ortaklığı duygusunu tetikledi. Dünyanın o zamandan beri en çok savaşa hizmet eden bir fabrika olduğunu bir kez daha hatırlattı.
3- Sonsuzluk Eksi Bir Serisi/ İlhan Koman/ Egeran
Emre Aköz, tasarım bienaline ilişkin önemli bir beklentiyi bienalin yerine getirmediğini; tasarım nesnesi yerine felsefesine yer verdiğini yazınca İKSV Başkanı Bülent Eczacıbaşı, Aköz’e bir mektup göndermiş. Aköz de köşesinde yayımlamış. Bülent Eczacıbaşı’nın düşündürücü açıklaması şöyle:
“‘İstanbul’u tasarım dünyasının haritasına ve takvimine sokmak’ gibi bir amacımız var.
Tasarım dünyasının önde gelen yazarlarını, yaratıcı kişilerini, eleştirmenlerini İstanbul’a çekmek istiyoruz. Tasarım odaklı inovasyon ortamına ancak böyle bir katkıda bulunabiliriz. Onlar ise tasarımı etkileyen yeni akımlar, teknolojik, sosyal, ekonomik gelişmeler; uygulama alanlarındaki sorunlar ve trendlerle ilgili işler görmeye öncelik veriyorlar ki bienallerin amacı da genellikle bu doğrultuda oluyor.
Bu nedenle bienal çok olumlu yorumlar aldı ve ‘Artık İstanbul’da dünya çapında bir tasarım bienali var’ denildi. Güzel tasarlanmış objeler ön plana çıksaydı, ‘Türkler bir tasarım sergisi yapmışlar’ derlerdi ve ilgileri azalırdı.”
Aköz’e göre bu mektup, “yaratıcı elit ile tüketici kitle arasındaki gerilimi” ortaya koyuyor. “Etkinlik birine ne kadar yaklaşırsa, diğerinden o kadar uzaklaşıyor” diyor
İnci pastanesinin kapatılması hepimizin istisnasız moralini bozdu.
Ne seviyorsak çikolata, tatlı bize çok görülüyordu sanki.
Nereye alışıyorsak bir gün kalktığımızda yok olacaktı.
Manzara, pastane, park...
Ölümlüydük. Ölümden korkuyorduk. En az profiterol sevdiğimiz kadar...
Baylan pastanesi de bir şirkete devredilmişti. Rahmetli anneannemle oturduğumuz formika masa ne kadar daha dirseklerimizi üşütecekti? Az kalmıştı.
New York’ta da Chelsea Hotel geçtiğimiz yaz kapatıldı.
Önce Şükrü Hanioğlu, “Arabesk, Vatan Hainliği ve Türk Oryantalizmi” başlıklı yazısında Kemalist projenin estetik beklentilerinden dem vurdu. Fazıl Say’ın arabeski “yavşaklık” olarak nitelendirmesini örnek göstererek bu estetik modernlik beklentisine sahip birilerinin hala olduğunu yazdı. Yunan oryantalizmi nasıl Rembetiko’yu yasakladıysa, bir dönem Türk oryantalizmi de arabeski yasaklamıştı.
Hanioğlu’nun bu yazısını Livaneli’nin arabeskin, Rembetiko, Rai, Chica gibi müzik türleriyle bir tutulamayacağını iddia ettiği yazısı takip etti.
Livaneli’ye göre arabeskin yaratıcıları, icracıları “zengin insanlar”dı.
Hanioğlu, bu kez Livaneli’ye yanıt vererek sorunun arabeski beğenip beğenmemek değil, kültürel çoğulculuğa tahammülsüzlük olduğunu ifade ettiği bir ikinci yazı daha yazdı. İcracının zenginliği, müziğin muhalefetini belirlemeyeceği gibi asıl sorun bu toplumsal mühendisliğin sadece müzik disipliniyle sınırlı kalmamasıydı.
Aslında Hanioğlu da Livaneli de ister istemez avangardın kaderini masaya yatırdılar. Çünkü arabesk bir sanat karşıtı hareket olarak avangarddır.
Gürültülü gitar sesinden öte
Kare Sanat Galerisi, yirminci yaş gününü bir Adnan Çoker sergisiyle kutluyor. Solonun en büyük özelliği Çoker’in bu galeride 24 yıl önce açtığı serginin bir devamı niteliğini taşıması...
Fırsat bu fırsat Adnan Çoker’i bilinmeyen yönleriyle anlatayım istiyorum.
Örneğin Adnan Çoker’le ilgili bilinen en büyük yanlış onun bir minimalist olduğudur.
Adnan Çoker, hiç minimalist olmamıştır. Lakin resimlerinin ilk bakışta figürsüz, az renkli ve geometrik formlara sahip görünmesi nedeniyle mimari ve tasarımda azlık ilkesinin benimsenmesi anlamına gelen minimalizmle anılır. Oysa resim ve heykel sanatındaki minimalizmle yolları hiç çakışmaz Çoker’in. Onların iddiası sadece olmaktır. Başka bir mekana işaret etmek, herhangi bir espas duygusu vermek değildir. Neyse o sanatıdır minimalizm sanatta. Çoker resmi ise aksine bulunduğumuz mekana başka bir mekan hatta mekanlar önerileri getirir. Derinlikten ve bunun sarhoşluğundan dolayısıyla boşluktan asla vazgeçmez.
Bir başka yanlış anlaşılma da Çoker’in ünlü Rus ressam Malevich’e benzediğidir. Bu da doğru değildir. Malevich’in siyah karesiyle, Çoker’in siyah karesi arasında dağlar kadar fark vardır. Malevich’in siyah karesi sadece kendisi
Boğaz’ın gri sularına baka baka yaptığım yolculuğun sonunda Perili Köşk’e ulaşacaktım. Bir zamanların Perili Köşk’ü, artık, hafta içi CEO’su, yönetim kurulu toplantı odasıyla tam teşekküllü bir şirket ofisi, hafta sonlarında ise müze olarak hayatına devam ediyor.
Müzeyle ofis arasındaki medceziri yakından görmek için Borusan Contemporary’ye hafta içi gitmeye karar verdim.
Çalışanları izleyerek, bir bakıma en temel ve açık yapıt olan emeği görme fırsatı elde ettim.
Borusan’ın koleksiyonunda baştan aşağıya yönetim kurulu başkanı Ahmet Kocabıyık’ın imzası var. Liam Gillick, Gerwald Rockenschaub, Sol Le Witt, Thomas Ruff, Jim Dine, Robert Mapplethorpe gibi flaş isimlerin bulunduğu koleksiyon, bir koroyu andırıyor. İsimler değil, malzeme açısından ortaklıklar taşıyan işler bir bütün olarak öne çıkıyor.
Kocabıyık, ister istemez “Basel’de ne modaysa alan koleksiyoner” profiline, sadece kendi iki takıntısından -renk ve ışık- yola çıkmasıyla aykırı bir boyut getiriyor. Odasında yer alan Liam Gillick bile en az ironik sayılabilecek işiyle, Gillick olmaktan çıkmış. Ayşe Erkmen’in teras karolarının da bulunduğu koroya dahil olmuş. Çalışanların eserlerle ilişkisine gelince. İşte o