Geçen hafta Ünye’de geçirdiğim birkaç gün boyunca sayısız kez “Ünye’mizi sevdiniz mi?” sorusuyla karşılaştım. Otomatik olarak “çok” deseniz bile o konuşma orada bitmiyor genelde, bir sınav geliyor ardından. Ünye’nin yerlilerinden biri, hemen ardından “Dünyada birinci seçildiğinden haberiniz var mı peki?” diye sordu. “Hangi bakımdan? “ diye bir karşı soruyla atağı karşılamaya çalıştım. Bir an bile nefes almadan yanıtladı: “Sahili, kumu, kişi başına düşen yeşil alanı ve yerli halkının misafirperverliği”. Sonra ama gerçek Ünyelilerden çok az kaldığını ekledi hüzünle. “Sokakta Ünyeliyim diye gezenler Ünyeli değil”.
Saydığı dört maddenin doğruluğunu kanıtlamak zor. Evet, yeşil alanı bol, 27 kilometrelik uzun bir sahil şeridi var; sigara izmaritleriyle dolmasa iyi, bizde nedense bir yeri sevmekle onu korumak aynı anlama gelmiyor, misafirperverlik kavramı da kişiye göre değişir. Ama kum meselesi gerçekten ilginç, buraya gelene kadar hiç duymamıştım, meğer
Hemen herkesin doğup büyüdüğü yerle özel bir bağı vardır fakat bazı yerlerde bu dikkat çekici boyuta ulaşıyor. Adım atığım anda anladım ki Ünye böyle bir yer. Pek bir fikrim yoktu açıkçası hakkında, “Hekimoğlu” türküsünü biliyordum elbette, “Ünye – Fatsa bir oldu, baş edemedim” diyordu, Karadeniz’in en güzel sahil şeridine sahip olduğu söyleniyordu ve şu anda “Aşkın Dünkü Çocukları” adlı bir sinema filmine ev sahipliği yapmaktaydı. Bu ismin ne anlama geldiğini bile öğrenmek için Ünye’ye gitmem gerekiyormuş.
Yönetmenliğini Levent Onan’ın üstlendiği filmin yapımcısı A. Selim Tuncer, Ünyeli. Ve yine hızla öğreniyorum ki Ünyelilerin başka bir şehirde yaşasalar bile dönüp dönüp gelmek ve yaptıkları işlerle Ünye arasında bağ kurmak gibi bir ortak özellikleri var. Selim Tuncer daha önce yönetmenliğini Burak Yıldırım’ın üstlendiği bir Ünye tanıtım filmine imza atmış, şimdi de Ünye’nin pek çok kültürel
Takvimlere göre yaşı 86 olan bir insanın hayattan ayrılışı bu kadar sarsıcı bir şaşkınlık yaratabiliyor, onu düşünüyorum bir haftadır. Sabah gözümü açıp “Hoşça kalın dostlarım benim” diyen Genco Erkal’ın satırlarını gördüğümden, o dizelerin her birini kim bilir kaçıncı kez onun sesinden kulağımda duyduğumdan beri. Hiç beklemiyormuşum. Kimse beklemiyormuş, rahatsızlığını bilsek bile.
Enerjisinin, coşkusunun, merakının bir an bile takvime yaklaşmamış olması sebeplerden biri elbette. Dans eder gibi yürür, çocuk gibi gülerdi Genco Erkal, hiç aklınıza gelmezdi ki kaç yaşında olduğu. İkinci ve en önemli sebep de kendi adıma, galiba onun bütün yitirilmiş değerleri temsil eden bir masal kahramanı olduğuna, dolayısıyla ölmeyeceğine inanmam. Kaldı mı, söylediği sözle yaşadığı hayat her alanda birbirini tutan insan? O sözü çekinmeden söyleyebilen, sonra da arkasında durabilen? Gittiğinden beri en çok sahip olduğu ‘duruş’tan söz edildi, 86 yıl korunan bir duruş, nasıl sağlam bir
Hayatımın hiçbir döneminde boksla ilgilenmemiştim. Hatta her şey “Şampiyon” ile başlayıp “Rocky”lerle bitti diyebilirim. Araya da Hilary Swank’in bütün karizmasıyla canavar gibi bir kadın dövüşçüyü canlandırdığı “Million Dollar Baby” girmiştir.
Şimdiyse benim de gözüm bütün dünya gibi Cezayirli boksör Imane Khelif’te. Bir sporcu, bir kadın, bir insan ancak bu kadar hırpalanabilir. Bilmeyenler için, Paris 2024 Olimpiyat Oyunları’nda Cezayir’i temsil eden boksör, açılış maçında İtalyan rakibi Angela Carini’yi yenince (Carini 46. saniyede burnuna aldığı yumruğun ardından göz yaşları içinde maçtan çekilince) erkek olmakla suçlandı. Cümle tuhaf ama zaten durum da tuhaf, yani herkes Imane Khelif’e bakıp “Görmüyor musunuz, bu erkek, ne işi var kadınlar müsabakasında” demeye başladı. Çok erkeksiymiş çünkü, baksanıza yüzüne, kaslarına, hatta şortundan ‘görünenlere’, kesin transmış.
Imane’nin
Ekranlardan gelip geçmiş en karizmatik, en nazik sunucuydu, seyirciyle kurduğu sıcak ama mesafeli ilişki çok özeldi. Ama Kenan Işık her şeyden önce “Bildiğim tek iş piyes yazmak ve sahnelemek” diyen bir tiyatro insanıydı. Daha yazacağı ve yöneteceği çok oyun vardı
"Ben çok fazla mutlu olan, gülmeye çok hazır biri değilim. Gülerim ama galiba çok nadir. Fala inanmam ama vakti zamanında bir falcı öngörülerde bulundu. ‘Sen hayatın boyunca mutlu biri olmayacaksın’ demişti. Hep bu geliyor aklıma. Ben mutlu ve keyifli biri değilim.”
Kenan Işık, 10 yıl süren uzun bir uykudan sonra önceki gün aramızdan ayrıldı. Dünden beri en çok mutlu biri olmadığına, anı yaşayamadığına dair açıklamalarıyla anılıyor. Bu cümleler de yıllar önce Milliyet Pazar’da yayınlanan röportajından. Aslında şaşıracak bir şey yok, çoğunluk onu ekranda 500 milyar için yarışanlara “Son kararınız mı?” diye sorarken tanıdı ama Kenan Işık her şeyden önce yaşadığı toplumla ilgili dertleri olan, ülkesinin insanına karşı kendini
İki sene önce İstanbul Film Festivali’nde beni çok etkileyen bir belgesel izlemiştim, zaten o sene en iyi belgesel ödülünü de almıştı: “Eat Your Catfish”. “Ana Yurdu” filminin yönetmeni Senem Tüzen’in Adam Isenberg ve Noah Amir Arjomand ile birlikte yönetmenliğini üstlendiği film, ALS’nin tamamen felçli ve bütün ihtiyaçları için başkalarına bağımlı bıraktığı Kathryn’in hikâyesini olabildiğince onun bakış açısından anlatıyordu. Bir kere, kamera onun tekerlekli sandalyesine monte edilmişti, dolayısıyla dış gözlerden ona değil onun gözünden dışarıya bakıyorduk. Bu tercihin altında öncelikle eve onları her zamanki doğal hâllerinin dışında hareket etmek zorunda bırakacak yabancı bir film ekibini sokmama isteği yatıyormuş. Ama bizim sadece gözlerini hareket ettirebilen Kathryn’in dünyasını daha iyi hissedebilmemiz için de etkili bir seçim olmuş.
İkincisi, izlediğimiz bir ‘kurban’ değil, bedenine söz geçiremese de son derece parlak bir zihne, keskin hatta acımasız bir
Evlenen kadının kendi soyadını kullanabilme hakkı konusunda yeni bir ‘sürpriz’le karşı karşıyayız. CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Kadın Kolları Genel Başkanı Aylin Nazlıaka Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş ile yaptığı görüşmenin ardından bu ‘dayatmanın’ 9. Yargı Paketi’nden çıkarılacağını müjdeledi.
Sosyal medyada gördüğüm kadarıyla bu kimileri için müjdeyken kimileri için de bir üzüntü vesilesi. Aile birliğine dair bir tehdit, bir sevgisizlik işareti, neredeyse bir ayrılık sebebi. “Evlenmesinler o zaman, soyadını bile istemedikleri adamla” gibi yaklaşımlar var. Ne alakası var? Soyadı kadar insanın kendi çabasıyla elde etmediği bir şey nasıl onu sevmenin / istemenin göstergesi sayılabilir? Çoğu insan kendi soyadını bile seçmezdi belki sorulsa.
Bir aileye doğuyorsun, onu da seçmiyorsun, onlar da kendi soyadlarını seçmemişler zaten, dedenin babasının falan filanca mesleği yapmasıyla alakalı mesela, soyadınız o oluvermiş. Senin de kimliğinde yer almış. Onunla büyüyorsun, okullara
Bana sanki doğa bize (insana) kâinatın hâkimi olmadığımızı döve döve anlatıyor gibi geliyor. Geçmişte daha şefkatli kavratma yöntemleri denemiş, sonra kendince epey etkili uyarılarda bulunmuştu, hepsini görmezden geldik, o yok saydığımız ‘kıyamet’ alametlerini gözümüze sokmaya çalışan elçileri susturduk.
Elbette doğa insan için, insanın emrindeydi. Dengesiyle dilediğimiz gibi oynarız, ormanları yakarız, havayı - suyu kirletir, atmosfere sera gazlarını salar, hayvanları yok eder, dünyayı betona boğarız ve o alt üst olan dengeden nasibimizi almayız sandık.
Geldiğimiz noktada inkâr edecek kaçış noktamız olmayan bir gerçekle yüz yüzeyiz: Sıcak. Çok sıcak. Hiçbir temmuz ayında, hiçbir ağustos ayında olmadığı kadar sıcak ve anlaşıldığı kadarıyla daha da sıcak olacak. Nefes alınmıyor nemden. Hala olanca ‘naifliğimizle’ (aymazlık dememek için tercih edilmiş bir sözcüktür bu) bu durumu tanımlamak için kullandığımız ifadeler biraz içimi burkuyor: “Çöl sıcakları geliyor”