Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Antalya’da alıştıklarımızdan farklı bir Altın Portakal’ın ortasına gelmiş durumdayız. Geçen yıl 60. festival iptal edilmişti hatırlanacağı gibi. Bu yıl festival yeni yönetimiyle 60. yıl gibi ama aslında değil gibi, “Hikâyemiz birlikte / ‘Biz’ varız bu filmin içinde” gibi bir sloganla yeni bir yol çizmeye gayret ediyor. Gördüğüm kadarıyla etrafta kaçıncı festival olduğuna dair bir ibare yok, biraz yara almış bir 60 diyebiliriz belki.

Seyirciden saklanan cevaplar

Tabii ki en çok Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nın konuşulduğu bir festival bu da, her zaman olduğu gibi. Kısa Film ve Belgesel yarışmalarının gösterimlerinin de kolay yakalanabilecek saatlere konup iki kere tekrarlanmaları isabetli olmuş. Ama işte hâlâ başrol uzun metrajların. Her gün saat 16.30 ve 19.00 seanslarında bir uzun metrajlı yarışma filmi ekip katılımlı gösterimiyle gala yapıyor ve o güne damgasını vuruyor. İlk iki gün gösterilen fimlerden Necmi Sancak’ın yönettiği, Binnur Kaya’nın başrolünü oynadığı “Ayşe”nin ve senaryosunu Erdi Işık’ın yazdığı, Nadim Güç’ün yönettiği “Mukadderat”ın olumlu eleştiriler aldığını söyleyebiliriz.

Haberin Devamı

Festivalin ikinci gününde, Erhan Tuncer imzalı “Hatırladığım Ağaçlar” adlı filmi izledik yarışmadan. Önce şunu söyleyeyim: Üzerine bu kadar çok konuşulan film az görüyoruz. Bunun hakkında çok konuştuk, çünkü sorularımız vardı ve neredeyse hiçbiri cevaplanamadan film sona erdi. Baştan sona değil sondan başa giderek anlatmayı tercih etmiş yönetmen hikâyeyi. Bahar adlı bir genç kadının (Hande Doğandemir) mavi bir valize bir-iki parça eşya atıp bir yerden ayrılışıyla başlıyor film. Göreceğimiz en renkli kare, sonrası hayli karanlık. İki mektup bırakıyor, biri Mahir’e (Erdem Kaynarca), diğeri Cemal Amca’ya (İştar Gökseven). Günlerden Pazar. Sonra işte gün gün geriye giderek bu kadının onların hayatına girdiği pazartesiye ulaşıyoruz.

Filmin bir merak noktası var, Bahar’ın amacı ne, o da daha ortalarına varmadan açık ediliyor. Başka da bir şey açık edilmiyor doğrusu. Mahir ile üniversiteden arkadaşlar ama aralarında nasıl bir ilişki vardı da doğacak çocuğunu ona emanet etmek istedi, bilmiyoruz. Mahir bir kavgada sakatlanıp tekerlekli iskemleye mahkûm olmuş, bu neden babasının ona düşmanca davranmasına neden oluyor, bilmiyoruz. Mahir’in annesi neden engelli oğlunu terk etmiş, bilmiyoruz. Bahar’ın karnındaki çocuğun babası kim, bilmiyoruz. Bir zamanlar başı kapalı mıymış, neden durup durup saçlarından söz ediliyor, bilmiyoruz. Onu bu derece mutsuz eden, hayattan vazgeçiren ne, bilmiyoruz. Ailesiyle çatışmasını, ne yaşayıp da kaçtığını, abisinin, babasının ona ne yaptığını bilmiyoruz. Ve öğrenmiyoruz da.

Haberin Devamı

Hâl böyle olunca bu günümüze dair, sıkışmış bir kadının hikâyesi olamıyor çünkü onu sıkıştıranlara vakıf değiliz. Bir şeyleri seyircinin gözüne sokmakla her şeyi saklamak arasında bir yol olmalı. Ya da “Ben bu kadına ya da bu engelli insanın durumuna ikna olmadım” diyen, son derece yerinde saptamalar yapan engelli bir seyirciye kızmamalı, onun sözünü kesmemeliyiz.

Son sözüm, filmin anlaşılmayan konuşmalarına, bir gelip bir giden sesine dair olacak. Yönetmen film biter bitmez seyirciden özür diledi, “Bizim filmimizin sesi elbette böyle değil” dedi. Eminim değildir. Festivallerin acilen yatırımlarını gösterim salonlarında yöneltmeleri gerekiyor. Adana’da biri kapkaranlık diğeri mavi perdelerde film izlemiştik. Burada da bir ses faciasıyla karşılaştık. Her şey, bütün o törenler, konserler, kortejler bir yana, iyi sinema salonları asıl ihtiyaç.