Çoğumuzu aynı hevesle ekran karşısına oturtmayı başarması bir yana, birçok dokunulması adetten olmayan konuyu gündemimize (en çok da sosyal medyanın gündemine) getirdiği için önemli bir dizi, “Kulüp”. Birinci sezonunun ilk altı bölümü Ladino dilini duyurması, İstanbul’da yaşayan bir Yahudi ailenin hayatını, ritüellerini yansıtmasıyla öne çıkmıştı. Yeni yayına giren son dört bölümüyle de 6-7 Eylül Olayları’ndan söz ettirir oldu. Böyle bir durumda hemen devreye giren popüler olan her şeyi küçümseme korosu “Yeni mi öğreniyorsunuz?” diye bu heyecanı hor görse de Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül Olayları’na dair kitapların birkaç gün içinde hızla dolaşıma girmesinden de anlaşılacağı gibi böyle bir konunun bir dizide işlenmesi hiç hafife alınacak bir şey değildir. Ayrıca yeni öğrenilmesi hiç öğrenilmemesinden iyidir.
“Kulüp”ün tartışılan bir diğer yanı da Salih Bademci’nin şahane performansıyla çoğumuzun bağrına basmak
Baba deyince aklımıza gelen –gelmesi için çocukluktan itibaren gereken her şeyin yapıldığı- bütün o ciddi, asık suratlı, sert çağrışımları ters yüz ettikleri için Tarkan’a da Ali Sunal’a da teşekkür edesim var bugün. Onların bu derece popüler birer kişi ve baba olarak kızlarıyla oynarken giydikleri tütüleriyle fotoğraf çektirip paylaşmaları o kadar önemli ki. Ne kadar önemli olduğunu şuradan anlayın; uğradıkları saldırıların ucu bölücülüğe ve PKK’ya kadar gidiyor. O derece rahatsızlık yaratmış kimi bünyelerde, çok acayip. “Kimi kandırıyorsunuz” diyorlar, “kızlarımız için” diyerek, “biz bilmiyor muyuz?”
Bildikleri şöyle bir şey; Tarkan ile Ali Sunal’ın canları etek giymek istiyor, buna da kızlarıyla oyun oynama kılıfı uyduruyorlar. Daha fenası, hepimizi yoldan çıkararak toplumun yapısını bozmak gibi bir dertleri var. “LGBTİ propagandası yaparak” bu toplumun değerlerini yıkmak amaç yani, çocuklarla oynamak bahane. Neyse ki etraf hemen her resmin arkasındaki
Bir yılbaşı gecesini daha olabildiğince az sayıda eş dostla evlerimizde geçirip büyük umutlarla bağlandığımız yeni yıla adımımızı attık. Gerçekten “tsunami” tanımını hak eden pozitif vaka sayılarına eklenen çılgın yeme içme fiyatları, minik ev toplantılarıyla geçecek bir kışın müjdecisi gibi görünüyor.
Biz evlerimize tıkılmışken İstiklal Caddesi’nden gelen yılbaşı gecesi görüntülerinin asap bozmasını anlayabiliyorum. Ama o görüntülerdeki asıl sorunun Suriye – Afgan nüfusu olduğunu sanmıyorum. Benim gözüm o 30 saniyelik video boyunca tek bir kadın aradı koca caddede, yok. Sadece erkeklerin kabul edildiği bir maç dağılsa ancak o görüntüler elde edilebilir. Ve evet, burası sözüm ona İstanbul’un en “merkezi” caddelerinden biri. Kalbinin attığı yer. En azından bir zamanlar öyleydi. Epeydir hava karardıktan sonra yürürken tereddüt ettiğin, tekinsiz bir yer halini aldı. Tuhaf gece kulüpleri, kapılarında gel gel yapan adamlar, başına ne geleceğini asla tahmin edemeyeceğini
Bizi sürekli dinleyen, her lafımıza karışan, olur olmaz akıllar veren bir “sanal” asistana ihtiyacımız var mı diye düşünmek için epey geç kaldığımızın farkındayım. Bir zamanlar hayal gücüyle bizi hayrete düşüren “Black Mirror” dizisinin eski bölümlerini izlesek artık o kadar şaşırtıcı bulmayacağımız kesin, hepsi bir bir gerçek olup hayatımıza girdi çünkü. Masalarda karşımızdaki arkadaşımız, biz, onun telefonundaki asistan, bizim telefonumuzdaki asistan, bir buluşmada en az dört kişiyiz. Ayarını “Bana mı dedin? Ne dediğini tam anlamadım” diye lafınızı kesmeyecek şekilde yapmış olsanız da biliyorsunuz ki sessizce dinliyor, her lafınızdan anlam çıkarıyor, bir sonraki internet ziyaretinizde size “ihtiyacınız olduğuna inandığı” ürün ve hizmetleri sunmak için veri topluyor. Arabanızı değiştirmekten mi söz ettiniz, bir bakıyorsunuz karşınızda galeriler, ev mi kiralayacaksanız, buyurun emlak siteleri.
Eğer sürekli izlenip dinlenme duygusunu dehşet verici bulmuyorsanız (ki öyle bir noktaya geldik ki hayatta, buna
Boşanma avukatı Marianne ve üniversite hocası Johan, evliliklerinin onuncu yılını kutlamakta olan bir çift. Görünüşte çok mutlular, birbirlerine karşı sevgi dolular, iki çocuklarıyla “ideal” bir yuvayı “başarıyla” inşa etmişler. Bu başarıyı da yine kendileri gibi evli bir çiftle birlikte kutlamaktalar. Yalnız diğer çiftimiz onlar kadar “mutlu” değil, ya da daha az “sahtekâr” muhtemelen. Yemek boyunca didişmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. İzlerken “E hâlâ neden berabersiniz, ne bekliyorsunuz, birinizden birinin ötekini öldürmesini mi?” diyesi geliyor insanın. Neyse ki Marianne ile Johan farklılar. Onların evliliği sağlam temeller üzerine kurulmuş. Birbirlerini anlıyorlar. Ortak bir dilleri var. Böyle düşünüyorlar.
Bu “ilk sahne”. Sonrasında hızla anlayacağız ki sadece böyle “düşünüyorlar”. Asıl başarılı oldukları alan sorunları görmezden gelmek, çatışmalardan kaçınmak, gemiyi öyle veya böyle yürütmek.
Nihayet bitti mi en uzun gece meselesi? Alışveriş-indirim-kampanya çılgınlığından söz etmiyorum, onun bitmeyeceği belli oldu. Düzenli olarak fiyatlar şişirilecek, sonra eski uyduruk olanın üstü çizilip yüzde 60’a “varan” bir indirim tutarı belirlenecek ve yerine yenisi yazılacak, biz de Kara Cuma, Pembe Perşembe, Uzun Gecenin Hikmeti, Kısa Günün Kârı diye diye mütemadiyen alışveriş yapacağız, sanırım hayal edilen bu. Gerçeklere uyarlanması pek mümkün görünmese de hayali de güzel.
Ben En Uzun Gece’den umulan diğer güzelliklerden söz ediyorum ama. Hiçbir zaman 21 Aralık’ın böyle coşkuyla kutlandığını hatırlamıyorum. Adeta başımızdaki bütün dertlerden kurtulmak için o geceyi beklemiş gibiyiz. Herkeste 21 Aralık bir gelsin, günler uzamaya başlasın, gün doğunca neler doğar gibi bir hal. (Bu yıl bir de 21. yüzyılın 21. yılı olması nedeniyle bir özellik daha yükledik omuzlarına) Hatta Orta Asya geleneğine göre sürekli savaş halinde olan gece ile gündüzün savaşının sona erdiği
Şu sınırlı ömrümüzde denk geldiğimiz felaketler silsilesine bakınca insan artık sinemaya gidip – ya da bir dijital platformu açıp – bir felaket filmi izlemek ister mi, bunun cevabı aslında benim için hayır. Bunalma kotam epeydir dolu. Sözünü edeceğim istisna, gücünü gerçek bir “rüya takım” olan oyuncu kadrosundan ve de bu “dünyanın sonu geldi” senaryosunu komedi sosuna bulayarak sunmasından alıyor. Gerçi dünyanın geri kalanını yaklaşmakta olan bir felakete karşı uyarma çabasındaki bilim insanlarının çaresizliğine “gülecek” halimiz ne kadar kaldı, bu da tartışılır ama filmin yazarı / yönetmeni Adam McKay’in zoom üzerinden Meryl Streep, Leonardo DiCaprio, Jennifer Lawrence, Jonah Hill, Tyler Perry, Scott Mescudi’nin ve dünyadan 375 gazetecinin katılımıyla gerçekleşen basın toplantısında söylediği gibi “Gülebiliyorsan meseleye mesafe alabiliyorsun demektir ve bu aslında önemli. Aynı zamanda hem mizah duygusuna sahip olabilir hem de durumun aciliyetini, yaklaşan tehlikenin
Şu meşhur “Anne olunca anlarsın” cümlesini duymadan büyüyen kız çocuğu pek yoktur herhalde bizim memlekette. Anne olan herkes anlar mı, olmayan ömrünü hiç anlamadan mı tamamlar, bu konuda genelleme yapacak durumda değilim. Ama zamanında annenizde sizi en çileden çıkaran özellikler her neyse yaşınız büyüdükçe onları kendinizde yakalamaya başladığınız oluyor. Bütün derdiniz de o döngüyü kırabilmek oluyor aslında. Annenize dönüşmemek. Handan’ın Feri’ye dönüşmemek için verdiği mücadele gibi.
Handan ve Feri, tiyatro seyircisiyle Zerrin Tekindor’un bedeninde buluşan, Murat Mahmutyazıcıoğlu karakterleri. Aslında anlatılan, “ünsüz avukat Vedat’la film yıldızları kadar güzel ev kadını Feri’nin biricik kızı Handan Özkan’ın hayatı” ama onunla beraber bu hikâyeye eşlik eden bir kadın karakterler galerisi izliyoruz sahnede. Öncelikle Feri. Çapkın avukat Vedat Bey durulsun ve aklını kurtaramadığı eski aşkını unutsun diye eş olarak seçilen,