Hani insanın kişiliğine dair ipuçları verdiği varsayılan çeşitli bulmacalar vardır. Bir ölüm kalım hâlinde nasıl davranırsın, onu sorar sana. O anda yanında bu hayatta en sevdiğin insan bile olsa, “onun için canını vermeye hazır olduğun” kişi mesela ve bu gerçekten gerekse ne yaparsın? Önceliğin ne olur, kendini kurtarmak mı, ona yardım etmek mi? Tabii bu sorulardan genellikle gerçekçi bir kişilik tahlili çıkmaz, çünkü kâğıt üstündeki “fedakârlıklar”ın hakiki sınavlarda sıkça “can tatlı” duvarına toslayacağını tahmin etmek zor değil. Ruben Östlund’un şahane filmi “Force Majeure”ü hatırlayalım mesela, Alpler’e tatile gitmiş bir ailenin böyle bir sınav karşısında nasıl çözüldüğünü anlatır, zira ailenin babası düşmekte olan çığ karşısında can havliyle karısını ve çocuklarını bırakıp kaçar.
Hadi o tehlike anında düşünülmeden atılmış bir adımdır, bir reflekstir. Ortada birbiriyle fazla da ortak noktası olmayan 10 kişi olsa,
Bazı şeylerin insanın hayatındaki karşılığı huzur ve güven oluyor. Bir alışkanlık, bir tanıdıklık duygusu.
Gördükçe her şey yolunda gibi hissediyorsunuz. O yerli yerinde duruyorsa demek ki hayat da normal seyrinde. Kendi adıma, doğup büyüdüğüm şehirde, ömrümün geçtiği sokaklarda, caddelerde hiçbir koyduğumu yerinde bulamazken bu tür devam eden alışkanlıkların anlamı daha da fazla. 2022 itibarıyla 50. yaşını kutlamaya başlayan İKSV’nin etkinlikleri de bunlardan mesela. Şu an şubattayız ya, benim için bu festivallerin başlamasına iki ay kaldı demek. Nisanda İstanbul Film Festivali başlayacak, gerisi Müzik, Caz, Bienal, Filmekimi, Tiyatro diye çorap söküğü gibi gelecek. Bu sefer 50. yıl şerefine aralarda da bir dolu başka etkinlik olacak üstelik.
Bir kere Dr. Nejat F. Eczacıbaşı’nın İstanbul için kurduğu bir festival hayaliyle 1972 yılında yola çıkan vakıf, yaş gününü 5 Haziran Pazar akşamı İstanbul’un farklı parklarında düzenlenecek ücretsiz konserlerle kutlayacak. Yani İstanbul Büyükşehir Belediyesi iş
“Teknoloji, bilim ve sanatı bir araya getiren”... Açıkçası bu şekilde başlayan cümlelerin iyi niyetli birer çaba olarak kaldığına çok tanık oldum. Hani “Şart mıydı, birleşmeseler de olurmuş” dediğim çok olmuştur nihayetinde. DasDas iş birliğiyle açılan yeni medya ve dijital sanat müzesi X Media Art Museum (XMAM)’da yaşadığım deneyim ise bu anlamda epey ufuk açıcı ve çarpıcı oldu.
Kurucuları Mert Fırat, Muzaffer Yıldırım, Ferdi Alıcı; direktörü Esra Özkan ve destekçisi Paribu CEO’su Yasin Oral’ın katıldığı bir toplantıyla tanıtımı yapılan
X Media Art Museum’da sergiler üç ayda bir değişecek. Bugün açılan ilk sergi, Ouchhh stüdyonun imzasını ve “Leonardo Da Vinci: Yapay Zekâ Işığın Bilgeliği” adını taşıyor. Alt başlığıyla tamamlarsak “CERN’den NASA’ya İnsanlık ve Metaverse”. Ouchhh Stüdyo kurucu ortağı Ferdi Alıcı’nın tanımıyla “dijital veriler boya, algoritma fırça olarak kullanılıyor”, Leonardo Da Vinci’nin çizimleriyle başlayan sergi 3D
"Şarkıların sizlerle konuşmasını, sizin onlarla ilgili düşünmenizi, hissetmenizi, yazmanızı nasıl özlemişiz... Günlerdir aranıza girmemek için sessiz sessiz duruyoruz ama merak içindeyiz: ‘Sirenler’ size neler söyledi? Ve en çok hangi şarkıları sevdiniz?”
10 yıllık aradan, özlemden sonra 11 şarkılık bir hazine olan “Sirenler”i (Rakun Müzik) yayınlayan mor ve ötesi Twitter hesabından bu cümleleri yazarak albümle ilgili ne hissetmekte olduğumun da adını koymuş oldu: “Aranıza girmek” idi kilit sözcükler. Gerçekten kimse aramıza girmeden dinleyeyim istemişim, çünkü uzun zamandır bir şarkının, bu lüks örnekte 11 şarkının benimle konuşmakta olduğu hissine kapılmamışım. Dünümü anlatıyor, bugünümü anlatıyor, özlediklerimi, kızdıklarımı, düşlediklerimi anlatıyor. Gerçekten bu kadar çok duygu ve düşünce bir albümde sıralanabilir mi? Bir öfke, bir hüzün, bir hayal kırıklığı, bir umut (en çok da umut). Tam olarak böyle oluyor.
Albümde
Bu Pazar gününe paylaşılan her karesinde gözlerinden yaşama coşkusu fışkıran birinin kayıp haberiyle başladım. Ali Arif Ersen. Ressam ve fotoğraf sanatçısı. Arkadaşları, yakınları ona mutlu, gülen fotoğraflarıyla veda ediyordu. Çok sevilen biriymiş, diye düşündüm, bir de dediğim gibi çok hayat doluymuş belli ki. Ne mutlu.
Sonra onunla ilgili yapılmış belgeseli izledim, MUBİ’de. Selin Şenköken imzalı 2020 yapımı bir film, “Yangın Yerinde Orkideler”. Adını Ali Arif Ersen’in resminden alıyor. Resim de Memet Baydur’un oyunundan. Ersen’in o neşe saçan yüzünü gösteren videolarla başlıyor film. Arkadaş toplantıları, kutlamalar, kahkahalar, kalabalıklar. Eş dost için bir buluşma noktası olan, ilginç eşyalarla, objelerle dolu stüdyosu, film afişleri, plakları, müzik aletleri. Resim ve fotoğraf kadar müziğe de meraklı, yemeye içmeye de, yedirmeye ve içirmeye de. Balık Pazarı’nda Japonların alışveriş ettiği balıkçıdan aldığı balıklar, yurt dışından getirttiği özel bıçaklar ve malzemelerle suşi yaparken
Pandeminin hayatımızın pek çok alanını esir alırken tiyatroyu tüketememesini hayranlıkla karşılıyorum gerçekten. Hem de burada saymakla bitiremeyeceğim onca olumsuzluğa, en önce maddi yüklere, destek yoksunluğuna rağmen. İşin en umut verici tarafı da bu ülkeye ve bu zamana dair dertlerin anlatıldığı yerli metinlerin çoğalması ve dolaysızca seyirciyle buluşması. Bu yüzden tükenmiyor bu sık sık helvası kavrulmaya niyetlenilen sanatın ömrü diye düşünüyorum. Her alana, her şarta bir şekilde ayak uydurmayı beceriyor.
Şu sıra mesela bolca tek kişilik oyun çıkıyor seyirci karşısına ki bu hiçbir zaman bu kadar haklı sebeplere dayanmamıştı. Az kişiyle prova yapılabiliyor, kolayca turneye çıkılabiliyor, her temsilde bir sürü insanın sağlığı tehlikeye atılmamış oluyor. Bir de galiba bu doğrudan, bu bire bir ilişkiye seyircinin de ihtiyacı var bu dönem. Kendisini içine dert olan bir konuda bir dostuyla sohbet etmiş gibi hissediyor, aklından geçenlerin sahneden yüksek sesle dile getirilmiş olmasından dolayı bir rahatlama duygusuyla çıkıyor salondan.
Tiyatromuzu
Hayatımızı kıskaca alan Covid 19 pandemisi hepimize “normal” kavramını baştan tarif ettirip yeni alışkanlıklar edindirdi. Kimisi kalıcı oldu, kimisini bir daha geri dönmemesi umuduyla çıkardık hayatımızdan. Ama şurası kesin ki kapalı restoranlarda - kafelerde oturmak, sinemaya – tiyatroya – konser salonuna gitmek, otobüsle – uçakla seyahat etmek hala birçoğumuz için ürkütücü. Ayrıca ben baştan beri duymadığım kadar çok pozitif vaka duyuyorum etrafımda. Muhtemelen son iki ayda hastalığı geçirmeyen kalmadı. En büyük tesellimiz hastalananların bu musibeti aşıların çok işe yaradığını düşündürecek şekilde hafif geçirmeleri. Hatta çoğu hafif bir nezle, bir günlük bir boğaz ağrısından şüphelenip test yaptırdığı için öğreniyor pozitif olduğunu. En büyük dertleri durumu öğrenmeyip sokağa çıksalardı virüsü bulaştırabilecekleri insanları düşünmek oluyor, öyle söyleyeyim. Çünkü başka birileri için, kronik rahatsızlıklar nedeniyle, bağışıklık
Bana öyle geliyor ki “Gençlik en kırılgan dönem, en hassas dönem” gibi cümlelere sığınarak garantilediğimiz tek bir şey var: Gençlerden hiçbir şey anlamamak. 20 yaşında bir insan “Yaşama sevincim kalmadı” diyorsa, kendisi için bir gelecek umudu görmeyip hayattan vazgeçiyorsa bunu kırılganlıkla açıklamak işin en kolayına kaçmak oluyor. “Kim bilir ne olmayacak bir şeyi büyüttü de kendine dert etti”. Çünkü “asıl hayat”la tanışmamış daha sizce. Böyle baktığınız zaman hafif atlatılması umulan ateşli bir hastalık, yaşı geçince aşılacak bir zaaf muamelesi yapmış oluyorsunuz gençliğe. Dediklerini de isteklerini de yeterince ciddiye almıyorsunuz. Gelip geçici hevesler, “büyüyünce unutulacak” heyecanlar gibi bakıyorsunuz.
Oysa zayıf falan değiller, çoğu zaman düzenin gereklerine sorgulamadan ayak uydurup devam eden ve kendi 18-20 yaşlarını hatırlayamayacakları kadar derine gömen ebeveynlerinden daha güçlüler. Ne isteyip ne istemediklerini de daha iyi