Olay 1989'da Kuzey İrlanda'da bir evde geçiyor. Beklenmedik bir anda kapı çalınıyor ve evde kendine göre şaşmayan kurallardan örülü bir düzen kurmuş olan Alannah (Funda Eryiğit) karşısında gene hiç beklemediği birini buluyor: Sekiz senedir hapiste olduğu için görmediği kız kardeşi Fianna (Hazar Ergüçlü). Önce kız kardeşinin dönüşünü müthiş bir tehdit olarak algılayıp kapıyı yüzüne kapatmaya çalışıyor. Fakat anlıyoruz ki Fianna kapıdan kovsan bacadan girecek pervasızlıkta bir insan. Nitekim kırdığı camdan atlayarak Alannah'ın ve kendisini henüz görmesek de ağırlığını her an hissettiğimiz babalarının hayatına bomba gibi düşüyor. Ama hani Şemsi-i Tebrizi'yi anarak "Belki de hayatının altı üstünden daha iyidir" dedirtebilecek türden bir bomba bu.
Alannah beraber büyüdükleri bu sevgisiz, hatta şiddet dolu evde tek başına dine (bir de üzgün olduğunda avuç avuç ağzına attığı cipslere) tutunarak yaşamış yıllardır. Yapı olarak taban tabana zıtmış gibi görünen kız kardeşinin tetiklemesiyle
"Bizim evde içişlerinden bizim hanım sorumludur”. Hatta daha öteye taşıyalım: “Bizim evin içişleri bakanı bizim hanımdır”. Ne şahane bir paye değil mi? Kocanızın gözünde “patron” sizsiniz. Bakan mertebesindesiniz, ötesi var mı? Sizin sözünüz geçiyor, kararları siz veriyorsunuz, o uyuyor. Nerede? Evin içinde. Sınırları belirli dört duvar arasında. Yani aslında bütün bu mühim “titr”leri kaldırıp özetlersek, bulaşıktan, çamaşırdan, evin temizliğinden siz sorumlusunuz, akşama ne yemek pişeceği gibi hayati kararları siz veriyorsunuz, çocuğun ev ödevlerini yapıp yapmadığının kontrolü bile sizde. Buyurun size dört başı mamur içişleri bakanlığı makamı.
Hiç duymadığım bir ifade elbette değildi ama hafta başında Birleşmiş Milletler Kadın Birimi (UN Women) tarafından Türkiye ofisinin ilk iyi niyet elçisi ilan edilen Demet Evgar “Çok gülünç ve romantik ifadeler bunlar” diye tatlı tatlı anlatırken çok daha net oluştu tablo kafamda. Öyle oluyor, o kadar
Geçen ay Dilber Ay’ın, bu ay Bergen’in hayat hikâyesini izledik -izliyoruz- sinemalarda. Her ikisi de karşılarına çıkan bir -ya da birkaç- erkek tarafından karartılmış hayatlar. Babasının, abisinin, kocalarının zulmü altında büyüyüp düşe kalka kendi yolunu çizen Dilber Ay bir yaştan sonra da olsa mutluluğu yakalayabilmişti. Bergen ise “Acıların kadını” olarak 30’unu doldurduğu yıl (1989) göçtü gitti bu dünyadan. Üstelik de adına ısrarla “aşk” denilen bir cinayete kurban giderek. “Aşk cinayeti”. Bir kadının kıskanan, öfkelenen, “tahrik olan” bir erkek tarafından katledilmesine verdiğimiz romantik ad.
Yıllar süren bekleyiş, değişen isimlerden sonra senaryosunu Sema Kaygusuz ve Yıldız Bayazıt’ın yazdığı, Caner Alper ve Mehmet Binay tarafından hayata geçirilen “Bergen” filminde Bergen’i Farah Zeynep Abdullah canlandırıyor. “Bergen” bu hafta -8 Mart haftası- gösterime girdi. Sözde “aşk” uğruna evlendiği bir adam tarafından şiddet gören, sahneye
Yıl 2015’ti, bir video düşmüştü sosyal medyaya, yurtsever (ya da esprili) bir Türk genci, evindeki Tolstoy’ları, Dostoyevski’leri yere çalıp “Alın size” diye diye Osmanlıca sözlükle dövüyordu. Sebep? Rus F16’ları Türk jetlerini taciz etmişti. Bu da son derece ‘etkili’ bir protesto eylemiydi. Putin’in uykularının kaçması kaçınılmazdı.
Dediğim gibi, bunu normalde oldukça da komik sayılacak bir şaka olarak algılamak mümkün. Gelin görün ki şaka olmadığına inanmak için de elimizde yeterince örnek oldu yıllar boyunca. Ortada ülkeler arası bir kriz mi var, en kolayı acısını karşı ülkenin kültüründen, sanatından ve hiçbir kararda etkisi olmayan insanından çıkarmak. Aynı dönemde büyük bir ciddiyetle “Rus konsomatris çalıştırmamakla” övünen pavyonumuz vardı bizim mesela. Rusya’da ise Liberal Demokrat Partisi milletvekili ve Sağlık Koruma Komite Başkanı Sergey Furgal vatandaşlarına Türk mutfağını protesto etmelerini öneriyordu. Biz ne
Cuma gecesi geç sayılacak bir saatte kapım çaldı. Gayet tedirgin çıkan “kim o?”ma cevap apartmanın içinden geldi. İngilizce konuşan bir kadın sesi. “Üst katta falanca dairede kalıyorum” gibi bir şeyler söylüyor, anahtarı yok, kapıda kalmış. Ben güvenli kalemin kapısını gerçekten korkarak açıyorum. Çünkü zeka herkesten ve her şeyden şüphelenmeyi, sürekli tetikte olmayı, korkmayı gerektirir. Ama neyse ki bundan dolayı biraz da utanma duygum mevcut ki zor durumda olduğu, yardım istediği anlaşılan bir insan sesini duymamış gibi yapamıyorum, açıyorum. Genç bir kadın var kapıda, aşırı tedirgin ve kesinlikle benden daha çok korkmuş görünen gözleriyle. İstanbul’da ilk günü, birkaç şey almak için markete gitmiş, meğer yanına yanlış anahtar almış, kaldığı evin sahiplerinin ne zaman döneceğine dair bir fikri yok ve telefonunun şarjı sıfırda. İnsanın insana inancının bu kadar az olması gerçekten çok acı. Kapıyı kapalı tutarak gidip şarj aleti getiriyorum, telefonuna uymuyor. Benim telefonumdan
Hayatımın en kıymetli röportajlarından biriydi. Aynı zamanda en hüzünlüsü oldu. 2021’in ocak ayıydı, niye daha önce tanışmadık diye hayıflandığım Doğan Cüceloğlu ile karşı karşıya oturup sohbet etme imkânı bulmuştum. Deniz Bayramoğlu ile nehir söyleşi kitapları “Var mısın?” üzerine, sonrasında her bir cümlesini tekrar dönüp hatırlamak istediğim söyleşi olmuştu. Pandemiden sonra ortak dostumuz Nurdoğan Arkış’la hep beraber daha uzun bir sohbet gerçekleştirmek üzere ayrılmıştık.
Aradan bir ay geçmedi, tarihler 16 Şubat’ı gösterirken Doğan Cüceloğlu’nun yaşama veda ettiği haberini aldık. Hayatta pek az ölüm beni bu kadar sarsmıştır. Sanırım bu kadar çok insanın hayatına dokunan, bu kadar çok çocukta, ailede, anne babada, “can”da kalıcı izler bırakan birinin “gitmesi” fikrini kabul etmek istemediğimden. “Mış gibi bir yaşamın kaynağı” olarak tanımladığı korku kültürünün egemen olduğu bir toplumda bıkmadan usanmadan “değerler kültürü”nden
Yaş ayrımcılığı hayatın her alanında karşımıza çıkan bir dert. Doğmuş, büyümüş, yılları devirmiş, birçok deneyimden geçmişsin, gelmişsin 65 yaşına mesela. Günümüzde asla “ihtiyar” kabul edilmediğin, hele sağlığın da yerindeyse hayata katacağın pek çok değere sahip olduğun bir yaş. Mesleğinde “olgunluk çağı” denilecek noktaya ulaşmışsın. Enerjin var, bilgin var, aktaracak tecrüben var, çalışmaya devam etmek istiyorsun. Ama yok, sana diyorlar ki “kenara çekilme vaktin geldi, git dinlen artık”. Ne büyük haksızlık.
65 yaşını dolduran Metin Belgin’in Devlet Tiyatroları’nda otuz yıldır oynadığı “Kontrabas” oyununa istemeden veda ettiği tweet’i gördüğümden beri bunu düşünüyorum. "45 yıldır emek verdiğim Devlet Tiyatrosu'ndan yaş sınırından dolayı emekli oluyorum” diyordu; “Ne yazık ki, bundan sonra sanat yuvamda 'konuk oyuncu' olarak bile çalışamayacağım. Yani, ihtiyarlara sahnede de yer yok!”.
Doğal olarak bu paylaşım bir “Sanatçının emeklisi olur mu?”
Dondurucu bir İstanbul gecesi, Tarihi Yarımada’nın en eski su yapılarından biri olan Şerefiye Sarnıcı’ndayız. Mimari özelliklerinden yola çıkılarak 2. Theodosius (408-450) döneminde yapıldığı öngörülüyormuş, dolayısıyla aşağı yukarı 1600 yıllık bir tarih var etrafımızda. Gerçekten çok görkemli bir yapı, tavan yüksekliği 11 metre kadarmış, ayrıca 360 derece Projection Mapping sistemine sahip ve internet sitesindeki bilgiye göre dünyada bu sistemin entegre edildiği en eski yapı. Sarnıç için beş bölümden oluşan 10 dakikalık bir gösteri hazırlanmış, bu sayede zaten adımınızı attığınız anda nefesinizi kesen mekânda bir de İstanbul’un su kültürüne, belleğine dair bir deneyim yaşıyorsunuz.
Fakat bizim bu gece burada bulunma amacımız çok daha farklı bir deneyim yaşamak ve ben onu birçok sebepten hayatımın unutulmazları arasına eklemiş bulunuyorum. O büyülü ortama loş bir sahne kurulmuş. Tek bir sandalye, tek bir mikrofon. Biraz sonra memleketin en önemli rock gruplarından Duman’ın solisti Kaan Tangöze