‘Piyasa ekonomisi’ tanımına karşı ‘armağan ekonomisi’ kulağıma nasıl güzel geldi, anlatamam. ‘Kahraman bakkal süpermarkete karşı’ gibi.
Her şey parayla, evet. Hepimizin paraya ihtiyacı var, kuşkusuz. Ama Kara Kabare ekibi gibi asıl ihtiyacınızın ne olduğunu düşündüğünüzde, cüzdanınıza koyduğunuz kağıt parçasının kendisine değil onunla alabileceklerinize ihtiyaç duyduğunuzu kabul etmeniz an meselesi. Büyük bir keşif değil zaten de sanki uygulanamaz gibi, değil mi?
Ama burada “Sözümüzü sadece sahnede söyleyip, sonra üretim / tüketim açısından aynı kalıpları tekrarlamanın vicdanımızı rahatsız ettiğini bulduk. İnandığımız, hayalini kurduğumuz dünyayı ve ilişki biçimlerini gerçekleştirmek için, ne zaman geleceği belli olmayan bir toplumsal dönüşümü beklemek istemedik” diyen bir ekip var ve işin yöntemini de pek güzel bulmuşlar.
‘Kamamber’in armağan listesi
Aslında son yılların en zekice buluşlarından ‘zaman kumbarası’, ‘zumbara’dan da esinlenilmiş bir yöntem bu. Hani para yerine zamanın geçer akçe olduğu sosyal paylaşım sitesi var ya, insanlar birbirleriyle zamanlarını, becerilerini, deneyimlerini değiş - tokuş ediyorlar.
Kara Kabare de her salı 20.30’da Maya Sahne’de oynadıkları ‘Kamamber’
Dün bütün gazetelerin birinci sayfasındaydı neredeyse, ‘Aşkın ömrü sadece 2.5 yılmış!’ haberi. Bahçeşehir Üniversitesi’nde bir konferans düzenlenmiş, Beyin ve Sinir Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Kemal Yücesoy ile Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Özalp Karabay, aşkın gelişimini ve insan bedenindeki etkilerini ele almışlar.
İki profesörün aşkı ilk masaya yatırışı değil bu, birkaç yıldır katıldıkları konferanslar ve radyo programlarıyla aşkın kalpte mi, beyinde mi yaşandığını tartışmaktalar.
Çıkan haberlerden anlaşıldığı üzere, verdiği ‘kara’ haberle Bahçeşehir’deki konferansın yıldızı Prof. Dr. Yücesoy olmuş. AA’nın haberine göre, ‘Geçici bir delilik hali, bir akıl tutulması’ olarak tanımlıyor Yücesoy, aşkı. Hem hormon ölçümleriyle, hem beyin görüntülemeleriyle mevzunun gelişimi izlenebiliyormuş. 1.5 saniyede kapılıyormuşuz, ondan sonra beyinde hummalı bir faaliyet başlıyormuş. Neler olduğunu bilmek istemezsiniz, insanın maazallah aşık olup delirmemek için kendisini eve hapsedesi geliyor.
Hormonlar devreye girdiğinde de bir başka içler acısı durum. Duygunuz, ya da Yücesoy’un tanımıyla akıl tutulmanız karşılık bulsa bir türlü, bulmasa başka. Fakat eninde sonunda, hepsi hepsi 2.5
Cover albümler her daim tartışılan bir konu. Sizi kolaycılıkla suçlayan çok olur, baştan başa cover parçalardan oluşan bir albüm yaptığınızda... Zaten tanınıp sevilmiş şarkıları tekrar yorumlamanın risk almamak olduğunu düşünen... Bana göre de riskin ta kendisidir, başka bir yorumla benimsenmiş parçaları alıp kendinizin kılmaya soyunmanız. Hele de Hayko Cepkin’in yaptığı gibi bambaşka tarzlardan şarkıları seçip bir potada eritmeniz...
‘Beni Büyüten Şarkılar’ adıyla DMC’den çıktı Cepkin’in yeni albümü. Çok sıcak ve samimi bir başlık. Çocukken ne dinlediyse, hangi şarkılardan etkilendiyse onları söylemek istemiş. Görünüşe göre de çok renkli bir çocukluk geçirmiş. İbrahim Tatlıses de dinlemiş, Edip Akbayram da, Zeki Müren de, Moğollar da, Selda Bağcan da... Şimdi bunları kendi müzikal süzgecinden geçirip o çok özgün vokali ve kendine has düzenlemeleriyle sunuyor.
‘Ben İnsan Değil Miyim?’le açılıyor albüm. Müthiş bir seçim, ‘arabeski rock sosuna bulamanın modası geçmedi mi?’ diye önyargıyla yaklaşmamalı, bu gerçek bir Hayko Cepkin şarkısı olmuş. ‘Aldırma Gönül’ de öyle, daha introdan sarıp sarmalıyor insanı. Hayki’nin rap bölümü de cuk oturmuş şarkının içine. Sonra ‘O Çeşme Kurumuş
"Tatil ile yaptırım sözcüklerini bir cümle içinde kullanın” deseler, insanın aklına mantıklı bir söz dizimi gelemez herhalde. Tatil, kişinin biçimine hür iradesiyle, en paşa gönül kriterlerine, bir de tabii bütçesine göre karar verdiği hak. Canı nereyi çekiyorsa, nerede huzur bulup dinlenebiliyorsa, dünyanın neresini merak ediyorsa ve parası nereye yetiyorsa oraya gider. “Yaptırım”ı bunu neresine uygulayabiliriz?
Türkiye Turizm Yatırımcıları Derneği Başkan Yardımcısı Cemil Uğurlu’ya göre, tamamına. Değil mi ki turizmde bir kriz yaşanıyor, insanların tatillerini yurtiçinde geçirmeleri için ‘yaptırım’ uygulanmalıymış. Birtakım yasaklar ve vergi yükleriyle yurtdışına çıkış zorlaştırılmalıymış. “Yoksa” diyor, “Tatilci kimseyi dinlemez, alır bavulunu yurtdışına gider”.
Ama zaten tatil emir-komuta zinciriyle yerine getirilen bir yükümlülük değil ki. Tabii ki kimseyi dinlemeyecek. “Gitmiyorum bir yere, evde oturuyorum” diyeni de zorla uçağa koyup Belek’e mi yollayacağız mesela?
İç pazarın canlandırılması için çalışmalar yapılsın elbette, itirazım yok. Uğurlu’nun diğer önerisi, ünlü sanatçılara reklam yaptırmak, bu olabilir mesela. Belki işe yarar.
Ama her şeyden önce işletmelerin kendine
Müzelerde, galerilerde kenarda bir taburede oturan adamlar kadınlar görürsünüz hani. Siz bir resmin önünde durup uzun uzun bakarken onlar da size bakarlar. Bazen fotoğraf çekmenizi engellemek, bazen dokunmaya kalkarsanız size uyarmaktır, görevleri. O eserin selametinden sorumludurlar, özetle. Kim bilir ne kadar zamandır her gün, her saat gördükleri o eserin özel korumasıdırlar.
Siz de onunla yaşıyorsunuz
Akıllarından neler geçer, o resme ne kadar uzun süre bakmışlardır, o odada geçirdikleri koca günler boyunca nelere tanık olmuşlardır, bilmezsiniz. Belki Dave gibi özel bir bağ kurmuşlardır gözlemekle sorumlu oldukları resimle.
Dave kim? 38 yaşında, 1.83 boyunda, 85 kilo bir adam. Gece kulüplerinde bodyguard’lık yapmış yıllarca. Şimdi bir aile babasına yaraşacak şekilde bir gündüz işinde çalışıyor: Bir güncel sanat galerisinde bekçi. Görevi ‘mevzu çıkması beklenen’ bir eseri korumak.
Dave, o ‘rahatsız edici olabileceği için’ perde arkasında sergilenen resimle geçirdiği iki günü öyle bir anlatıyor ki, siz de onunla beraber hem o iki günü yaşıyor, hem de onun bütün o insani kaygılarına tanık oluyorsunuz. Bir yandan da bin çeşit soru cevap dönüyor kafanızda. Sanatın ne olup olmadığı,
Çok güzel oldu, tacizcilere bir yeni hafifletici sebep daha çıktı. Mini eteğimiz vardı, gece vakti kadın başımıza sokağa çıkmamız vardı, kırmızı rujumuz, sesli kahkahamız, akla gelen gelmeyen türlü ‘tahrik sebebimiz’, şimdi de pembe taksimiz var.
Sivas’tan yükselen yenilikçi fikir, kadınları sadece 08.00 20.00 saatleri arasında çalışan, kadın şöförlü taksiye mahkum ederek şiddet olaylarını azaltmayı amaçlıyor. Böylece artık sarı taksiye bindiğinizde, “E sen de ama taciz edilmeyi hak etmişsin” denebilecek. Orada güvenli korunaklı pembesi dururken ne işin var ‘mağara adamlarının’ kullandığı sarı takside? Hele saat 20.00’yi geçmişse zaten otur oturduğun yerde.
Mağara adamı tanımı tabii ki benim tercihim değil, böyle bir uygulamanın alt metni. Çünkü bu açıkça “Erkekleri zaptedemiyoruz, hepsi potansiyel tacizci” demek oluyor aynı zamanda. Kadın için güvenli alan, erkeklerden arındırılmış alan. Bence şu an kadınların değil aşağılanan erkeklerin sokağa dökülme zamanıdır, “Biz kendimize hakim olamıyor muyuz?” diye.
Devamında ne gelecek? Şanlıurfa’da bir örneği olan pembe otobüslerin yaygınlaşması? Pembe kafelerin, restoranların, marketlerin açılması? Giderek bazı sokakların toptan
Evlenip çoluk çocuğa karışmadan 30’larını geçen şehir insanının dahiyane buluşlarından biridir, en yakın arkadaştan çocuk yapmak. Eğer birlikte güldüğün, eğlendiğin, dara düştüğünde gece yarısı arayıp yardıma çağırabildiğin ve omzunda ağlayabildiğin bir arkadaşın varsa, ‘kanka’ sınıfından, illa o konuşmaların bir yerinde “Şu yaşa geldiğimizde evlenmemişsek beraber çocuk yapalım” fikri geçer. Tabii ki tüp bebek yöntemiyle, ne düşünmüştünüz, insan kankasına ‘o gözle’ bakar mı?
Filmimizin (‘Dünyanın En Güzel Kokusu’), kahramanları Derya ile Hakan da bu türden iki arkadaş. Hakan ‘Kalbim bir kere kırıldı, bir daha hiçbir kadına güvenmem’ klişesinin ete kemiğe bürünmüş hali. Gecelerde bir terminatör gibi dolaşıyor, hiçbir sabah yanında uyandığı kadını tanımıyor. Kadın cinsine karşı neredeyse. Derya hariç.
Elindeki anahtarla istediği zaman Hakan’ın hayatına girebilen Derya’nın onun başının üzerinde yeri var. Üstelik sonsuz da kredisi ki, kadın türünün sözcüsü olarak ağzına geleni söyleyebiliyor.
İkilinin kimyası tutmuş
Birlikte eğlenceliler, komikler, aslında Hakan o kadar değil... Gerçekten kadınlara dair her şeyi çözmüş, aşktan umudunu zaten kesmiş, bilmiş bilmiş konuşan uçarı erkek
Türk popunun kara koyunluğunu hiç kimseye kaptırmamak kaderi Yıldız Tilbe’nin. Herkesin hata yapma, saçmalama, çark etme hakkı var, onun yok. Hafızasız toplumumuz bir onun gaflarını unutmuyor. Ne özrü kabul görüyor, ne pişmanlığı.
Turkcell’in 14 Şubat reklamında oynadığı için linç edilmekte şu sıra. “Çare Yıldız Tilbe’de” reklamı için “Bu ırkçı kadını nasıl oynatırsınız?” şeklinde topa tutulan Turkcell sitesinden kaldırdı reklamı. Açıklama yapılmadığı için henüz, sebebini bilmiyoruz
ama sosyal medyada kopan kıyamet olabilir.
Tabii ki korkunç şeylerdi 2014 yılında Twitter’dan yazdıkları. “Hitler az bile yapmış” yenilip yutulacak cümle değil. Ama Yıldız Tilbe de her şeye rağmen ırkçı ilan edilecek insan değil. Bence özellikle geceleri uzak durmasında sayısız fayda olan Twitter hesabından kontrolsüzce salladığı için oluyor ne oluyorsa. Bir dolu anlamlı anlamsız, Mars’tan mı nereden attığı belli olmayan cümle sıralıyor. Bu olayda da İsrail’e kızıyor Gazze’de olan biten için, sapla samanı karıştırıp ağzına geleni sıralıyor.
Evet, ne olursa olsun Hitler gelememeliydi ağzına, kabul. Gösterilen tepkiler de yerindeydi gayet. Türk Musevi Cemaati nefret söylemi nedeniyle yargılansın isterken