Mahallenin boşaltılmasını, toplananların dağılmasını emreden polis anonslarının doğal dış ses, biber gazının gündelik hayatın kokusu sayıldığı sokaklardan birinde, yoksul bir ev. Görünüşte sokaklarda akordeon çalan, aslında çalgısının içinde sakladığı küçük paketleri satan Mehmet ile büyürken hiç görmediği, cezaevinden çıkıp yanına gelen annesi yaşıyor içinde. Mehmet’in ona dokunmasını, ‘oğlum’ demesini yasakladığı annesi Hatice.
Gülmek de yasak bu evde, affedilmeyi ummak da. Hatice’nin tek arkadaşı, telefonun öbür ucunda ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ı okuyan sesten ibaret olan masalcı kız.
Dışarının dehşetiyle içerinin insanın üzerine çöken acısı yarışırken, Mehmet’in kalbindeki delik gittikçe daha ölümcül bir hal alıyor. Hatice de oğlunun hayatını kurtarmak için bir hal çaresi aramaya başlıyor. Kendi hayatlarının karanlığına inat, ışıltısıyla göz kamaştıran bir yere sığınıyor yardım umuduyla: Yaraları sardığı iddia edilen bir televizyon programına.
Hani şu insanları halden hale sokan, seyirci insafa gelip sana SMS bahşetsin diye 40 takla attıranlardan birine.
D22’nin yeni oyunu ‘Kuş Öpücüğü’, bir taraftan anne - oğul arasındaki tamamen kopmuş görünen bağın köklerine inerken, bir taraftan
Siyah beyaz bir fotoğraf. Gencecik bir kız, Beyoğlu’na nazır keman çalıyor bir balkonda. Yıl 1964. Türkiye’nin en önemli kemancılarından Ayla Erduran, fotoğraftaki kız. Balkon Aliye Berger’in atölyesinin balkonu. Narmanlı Han.
Kültürün, tarihin kıymetinin bilindiği başka bir ülkede sırf bu fotoğraf bile o hanın yıkılmasının teklif bile edilmemesini sağlayabilir. Narmanlı Han’ın ise çok daha fazla sebebi var yaşatılmak için.
1831 yılında Rus Büyükelçiliği binası olarak açılıp 1933’te Narmanlı ailesine satılan, o günden sonra da adeta bir sanat yurduna dönüşen bir yer. Çünkü sanatsever insanlar olan Avni ve Sıtkı Narmanlı kardeşler, hanın odalarının çoğunu sanatçılara kiralamayı tercih etmişler. Tabii yok pahasına. Hanın en ünlü misafiri, parası olmadığı için perdesiz oturan Ahmet Hamdi Tanpınar, düşünün ki. Ama öğrencilerin, edebiyatçıların, fikir tartışmalarının eksik olmadığı o duvarların içinden ‘Huzur’ gibi bir başyapıt çıkmış işte. Han ile bütünleşen kediler de muhtemelen Tanpınar’ın beslediği kedilerin torunları.
Ahmet Hamdi’den sonra Bedri Rahmi Eyüboğlu tutmuş Narmanlı’daki odasını. Tahmin edileceği gibi İstanbul ‘entelijansiya’sının buluşma noktası, Haldun
Türkiye’de 1970’ten sonra doğduysanız, illa ucundan bucağından Ertem Eğilmez’in Arzu Film’i ile büyümüşsünüzdür. ‘Hababam Sınıfı’, ‘Süt Kardeşler’, ‘Salako’lar, ‘Bizim Aile’ler, ‘Neşeli Günler’... Fakir ama gururlu babalar, fedakâr anneler, sınıf farkı tanımayan aşklar, duygusal mutlu sonlarla alternatif bir dünyanız olmuştur illa ki.
Gerçek hayatın sillesini yiyene kadar insanları hep böyle sanmış olmanız da mümkün. Sonrası biraz hayal kırıklığı, evet. Büyüdükçe her başımız sıkıştığında dönüp Yaşar Usta’ya sığınmamız bundan olsa gerek.
‘Hababam Sınıfı’nı 2000’lerde çekilen korkunç versiyonlarıyla tanımadığınızı, çakma aile filmleri ve mahalle dizileriyle ‘Bizim Aile’ arasındaki farkı gördüğünüzü umarak konuşuyorum tabii. Çünkü yıllar yılı senaristlerimiz, yönetmenlerimiz ‘o tadı’ aradı, bulamadı. “Ertem Eğilmez filmleri gibi” diye tanıtılan filmler 10’uncu dakikasında içimize fenalık verirken ‘Neşeli Günler’i her yakaladığımızda sanki ilk kez izliyor gibi olmamızın bir sebebi olmalı.
Belki sorun sonrakilerin ‘gibi’ olmalarında. Ya da hepsi birbirinden parlak böyle bir oyuncu kadrosuna bir daha denk gelmemiş olmamızda. Münir Özkul, Adile Naşit, Şener Şen, Kemal Sunal,
Kar görünce coşkuya kapılanlardan mısınız siz? Hani yolların haline, ayaza, ıslanan çoraplara değil, kardan adamın havuç burnuna, zeytin gözüne odaklananlardan... Çocukluktan kalma bir alışkanlıkla sanki ertesi gün kendisine de tatilmiş gibi sevinenlerden... Ve yaşına başına bakmadan tanıdık tanımadık birilerine muzipçe bir kar topu sallayıverenlerden. Çünkü biz öyle büyüdük, kar topuna kızılmaz, arkadaşınızdan değil bir yabancı çocuktan da gelse gülersin, sen de ona atarsın bir tane. İsmail Abi’nin kulakları çınlasın, kar topu oynayan
adamdan da zarar gelmez.
Kar topuna kızandan sakınacaksın ama. Ondan zarar gelir. Geldi işte, gördük. 2015’in 17 Şubat’ından beri, bazılarımız için kar topu gazeteci Nur Köklü demek. Hâlâ söylemesi de inanması da zor ama Kadıköy Karakolhane Caddesi’nde kar topu oynarken bir baharatçının camını kırdığı için dükkân sahibi tarafından kalbinden bıçaklandı ve öldü Nuh. Son cümlesi
“Keşke rüya olsa” oldu.
Bu kadar. Olayın başka türlü bir izahı, karanlıkta kalan bir yanı yok. Herkesin gözü önünde oldu. Ama dün görülen üçüncü duruşmada dava bir kez daha ertelendi. 18 Mart’a. Kasten adam öldürmek suçundan yargılanan sanık Serkan Azizoğlu’nun ‘akıl
Hayattaki değerleriniz, inançlarınız neye ne kadar izin verir? ‘Asla’larınız, moda deyişle ‘kırmızı çizgileriniz’ neler? Hani şu iki dünya bir araya gelse olmaz sandıklarınız. Başkasında kınayıp nasıl yapıyorlar anlamadıklarınız. Siz olsanız hayatta yapmazdınız, yapamazdınız değil mi?
İşte hayat bize bütün bunların bir anda ters yüz olabileceğini öğretmek için var. Dini inançlarınızın izin vermediği bir şeyin istisnası olabilir. Gün gelir her şeyi, o ‘günahın’ bütün bedellerini göze alabilirsiniz. Ya da mesleğinizin etik kuralları ile vicdanınız arasında sıkışıp kalabilir, hangisini seçeceğinizi bilemeyebilirsiniz.
Tiyatro Yan Etki’nin yeni oyunu ‘Medet’, tam da böyle bir sıkışmışlık halindeki iki insanın seçimlerini tartışıyor. Deniz Madanoğlu’nun yazdığı oyunun kahramanları ilk gençlik çağlarında birbirine aşık olmuş, yolları bir felaketle ani ve keskin bir şekilde ayrılmış bir kadınla bir erkek. Şimdi 35’lerindeler ve hayat ikisini de bambaşka yönlere savurmuş.
Her anlamda kapanmış bir kadın
Bir zamanlar sokak serserisinden hallice olduğunu anladığımız Durukan (Faruk Barman) nasıl olmuşsa olmuş tıp okuyup kadın doğum doktoru olmuş. Gençliğinde parlak bir öğrenci
Bu dünyaya nasıl gelmişsen gelmişsin, sonuçta kendini farklı hissediyorsun. Hala izlemediyseniz önyargılarınızdan kurtulmak için acilen görmeniz gereken Can Candan’ın “Benim Çocuğum” belgeselinde tanıdığım Pınar hanımın transseksüel çocuğundan ilk duyduğu itiraf gibi; “Anne, ben başkayım bedenim başka” diyorsunuz.
Pınar hanım çocuğunun mutluluğunu her şeyden önde tutan bir anne olduğu için umutlu bir hikayeydi o. Herkes o kadar şanslı olmuyor, ilk tokatlarını ailelerinden yiyor translar - travestiler. Arkası kesilmiyor ama. Okuyamıyor, meslek sahibi olamıyorlar. İş bulamıyor, seks işçiliğine mahkum okuyorlar. Ev bulamıyor, sokakta kalıyorlar. Eşsiz, dostsuz, akrabasız, yalnız kalıyorlar.
El birliğiyle bir insanın bütün nefes alma olanaklarını tıkıyoruz. Cezaevinde bile hayat hakkı tanımıyoruz, var mı ötesi?
Annesinden Salih olarak doğmuş Esra, 22 yıldır travesti, 12 yıldır cezaevinde, 10 yıldır tecritte. Ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum. İşlemediği bir suçtan, sırf olay yerinde bulunduğu ve derdini kimselere anlatamadığı için cezaevinde olduğunu söylüyor. Travestiler potansiyel suçludur çünkü.
Ve ne istiyor biliyor musunuz? Suçsuzluğunun kanıtlanıp özgürlüğünün verilmesini bile
En beklenmedik anda bir şehrin umulmadık bir duvarına şaşırtan, düşündüren, öfkeye tercüman olan, zekasıyla hayranlık uyandıran ama her koşulda sistemi eleştiren bir iz bırakıveren İngiliz sokak sanatçısı Banksy’yi şehrimize bekliyorduk ne zamandır.
Onun ‘beklenmedik’liğine ters bir şeydi bu ama olsun. İstanbul’da bir Banksy sergisi, heyecan uyandırmayacak gibi değildi.
Gerçi bu serginin Banksy’nin uzun yıllar yol arkadaşlığı yapıp 2009’da bozuştuğu eski menajeri Steve Lazarides’in eseri olması düşündürmüyor değildi. Sotheby’s’de Banksy müzayedesi de düzenleyen Lazarides kendi söylüyor, “Banksy görse nefret eder” diye.
Kendisini ‘gerilla sanatçı’ olarak gören, orijinal, imzalı işlerini New York Central Park’ta 60 dolara satan ve eserlerine binlerce dolar verilmesiyle dalga geçen bir adamın, o dolarları vermiş koleksiyonerlerden toplanmış işlerinden oluşan bir retrospektif bu, neticede.
Sosyal medyada serginin en çok da bir yatırım şirketinin (Global Yatırım) sponsorluğunda gerçekleştiriliyor olması Banksy’nin sokak sanatına külliyen ters düşmesi nedeniyle eleştiri oklarına neden oluyor. Ama tabii onu ve sanatını çok iyi tanıyan biri tarafından hazırlanmış ve kağıt ya da başka
Uzun bir süredir tanıyan tanımayan birçok kişinin içi titreyerek, iyi dileklerini, dualarını, neşelendirecek fıkralarını, fotoğraflarını, artık neyin faydasına inanıyorsa onu yollayarak izlediği Onur ile Ceren’in hikâyesinde tek kişilik döneme geldik bu hafta. 2007’den beri beyin tümörüyle mücadele eden Onur Ürenden’i 34 yaşında bu dünyadan uğurladık.
Coşkulu bir aşk, çok başka bir mücadele hikâyesiydi onlarınki. Ağlamalarla, sızlamalarla, ‘neden biz?’lerle kaybedecek vakitleri yoktu. Tedaviden çıkıp Bali’ye tatile giden bir çiftti Onur ile Ceren. “İyi düşünürsek iyi olacak” diye değil üstelik. Mucizelere inanarak değil.
Bir mucize varsa eğer, aralarındaki sevgiydi.
Bir hafta on gündür, artık sonun yaklaştığını bilen Ceren’in yazdıklarını hayranlıkla okuyorum yine. Çünkü çok dürüst ve gerçekler. En çok da “Mucize olacak inanıyoruz, direnin lütfen, bırakmayın kendinizi, sözleri artık çok incitici, yorucu ve herhangi bir şeye fayda etmiyor. Hatta yapılacak bir şey varmış da başarısızmışız, becerememişiz gibi hissediyoruz” demesi. Kendi çok sevdiğim birinin hastalığında yaşadım, bilirim ne fena gelir insana. Hele o “Sen iyi düşün, iyi olsun”lar, sanki ben istedim de geldi