Hep beraber bayıldık, Çaykur’un “Çaylar bizden” reklamına. Bütün sevdiklerimiz oradaydı; Şakir’e çay ısmarlamayan Çiçek Abbas, kuzucuklarına masal anlatan Adile teyze, Turist Ömer ve arkadaşlarını güldüren Ayşecik, Necla’ya aşkını ilan eden Tarık, Zeki, Metin, Şaban, Hulusi Baba, Münir Özkul, ‘o güzel günler’den aklınıza kim gelirse. Ot dergisinin bu ayki kapağındaki gibi ‘güzel aile’mizin tüm bireyleri, her muhabbetin ortasında da bir bardak demli çay. Hakikaten ne güzel fikir, ne güzel reklam, demli bir çayın hakkını vermek tam da böyle olur.
Fakat işte aynı zamanda bütün o reklamda gördüğümüz eski dosltarın da hakkını vermek lazım, öyle değil mi? Nitekim reklamı izleyip “Ne güzel olmuş, yaşa Çaykur” diyenlerin ikinci tereddütlü cümlesi buydu: “Bunca insan kullanılmış, telifleri ödenmiştir, değil mi?” Aksi mümkün mü? Olmaz mı, bizde her şey mümkün.
Reklamda kullanılan filmlerin çoğu belki de hepsi Arzu Film yapımı. Ve Arzu Film de hafta sonu yaptığı açıklamada “Son yılların en büyük hatasından doğan en büyük mağduriyet” olarak niteledi, reklamı. Oyuncuların hiçbirine telif ödenmediğini söyledi ve “Bedeli hukuk belirleyecek,” dedi.
Aslında Arzu Film bir gün önce yine Twitter
Maltepe Gülsuyu’nda, kentsel dönüşüm tehdidi altında bir mahalle... Altlı üstlü oturan Hatun ve Nesrin, Kadıköy Moda’daki evlere temizliğe gidip akşamları da çekirdek çitlerken dedikodu yapan, hayaller kuran iki kadın. Birinin kahveden kafasını kaldırıp akan lavaboyu bile onaramayan bir kocası var, ötekinin o bile yok, çekmiş gitmiş adam. Nesrin tek başına evi geçindirip küçük kızını büyütmeye çalışıyor.
Baktığınız zaman hayatın pek hoş bir tarafı yok onlar için ama Nesrin ve Hatun gene matrak bir şeyler buluyorlar, konuşup gülüşecek. Hele Hatun, ayakta kalmanın yolunu her şeyle dalga geçmekte bulmuş, daha sert ve dayanıklı bir kadın. Nesrin’in ise gözünün ucunda hep bir damla yaş. Dış dünyaya karşı birbirlerine dayanak olurken, aralarındaki abla - kardeş ilişkisi zaman zaman birbirlerini de ısırıp yaralamalarına yol açıyor.
Bir de ‘başka kadınlar’ var tabii. Evlerine gittikleri, karşılıklı kahve içip fallar baktıkları, dertlerini paylaştıkları ama hayatlarında ‘Toz Bezi’ kadar yer tuttukları için, kapıdan çıkınca onları unutan kadınlar. Nesrin’in bütün naifliğiyle yakınlıklarına bel bağladığı, Hatun’un “Ne demek, işimiz bu, siz kirleteceksiniz, biz temizleyeceğiz” deyip
Gönül istiyor, kadın cinayetlerine, tecavüzlere, çocuk istismarlarına değinmeden en azından bir hafta geçirmek. Baharın geldiğinden söz etmek hatta. Bütün doğa şenlenirken ona eşlik edebilmek.
Haberler izin vermiyor. Gencecik kız yüzleri hep gazetelerde, sosyal medyada. Hiç görmeden tanıdığımız gözler ve isimler var artık hayatımızda. Cansu’lar, Cansel’ler, Özgecan’lar...
Cansel Buse Kınalı 17 yaşındaydı. Lisedeki matematik öğretmeni tarafından tacize uğramış, olayı okul yönetimiyle paylaşmış, bir sonuç alamayınca intihar etmişti, 17 Şubat’ta. Kayseri 2’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ikinci duruşmada, mahkeme heyeti kararını verdi. Pişman olduğunu söyleyen öğretmen Bayram Özcan, “müstehcenlik” suçundan 4 yıl 2 ay hapis cezasına çarptırılıp yattığı iki aylık hapis yeterli görülerek tahliye edildi. “Cinsel istismar” ve “kişiyi hürriyetten yoksun bırakma” suçlarından ise beraat etti.
Nasıl olabildi bu? 17 yaşındaki kız çocuğunun evli, iki çocuklu öğretmeniyle “kendi rızası ile ilişkiye girdiği” ve “şikâyet hakkını kullanmadan intihar ettiği” gerekçesiyle.
Akıl alacak gibi mi? Çocuğunuzu okula gönderiyorsunuz, liseye. Oradaki öğretmen kim bilir kandırarak mı, baskı kurarak
Gazetecinin, yazarın, sinemacının, ressamın başına getirilen ‘kadın’ sıfatından rahatsız olanlardanım. ‘Erkek yazar’ demiyorsak ‘kadın yazar’ da onun kadar gereksiz. Yazarın - yönetmenin - gazetecinin tanımı gereği erkek olduğunu, bir kadın bu işe soyunursa özel olarak belirtilmesi gerektiğini söylemiş oluyorsunuz.
Buna karşılık sinemamızda erkek hikayesi egemenliğinden de bir o kadar sıkılmış durumdaydım yıllardır. Madem erkek yazar ve yönetmenler daha çok hemcinslerini yazıp anlatabiliyor, filmlerine iliştirdikleri kadın karakterler de ‘olmasaydı daha iyiydi’ dedirtiyordu, bize kadın senarist ve yönetmenler lazımdı.
Ne mutlu geçmiş zaman kullanabilene, çünkü Türkiye sinemasında birkaç yıldır sessiz ve derinden gelen bir kadın yazar - yönetmen kuşağının izlerini görür olduk. Bakınız, bu yıl İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde ‘Ana Yurdu’ (Senem Tüzen), ‘Toz Bezi’ (Ahu Öztürk), ‘Kasap Havası’ (Çiğdem Sezgin) gibi iddialı filmlerden söz edebiliyoruz.
‘Kasap Havası’, Çiğdem Sezgin’in yazıp çektiği ilk film ama arkasında Yusuf Kurçenli’nin yardımcı yönetmenliğini de yaptığı uzun bir sinema - televizyon geçmişi var. Film, terzi Leyla (Şenay Gürler) ile taksici
Birbirine aşık olan, hayatlarının son 20 yılını birlikte geçiren, beraber filmler yapan bir çift: Caner Alper ile Mehmet Binay. “Zenne” ve “Çekmeceler” filmlerinin yönetmenleri.
İlk röportajlarını verdiklerinden beri sevgili olduklarını saklamadılar. Ne yazık ki bunun alkışlanası bir cesaret örneği sayıldığı bir dünyada, özellikle de ülkede yaşıyoruz ve dürüstlük geçer akçe değil hiç. Bir bakıyorsun, herkesin bir değerli fikri var kendisini hiç ilgilendirmeyen konuda.
Alper ile Binay, geçen hafta evlendiler, Malibu’da. Ve bu işe niyet eden her insan evladı gibi, sosyal medyadan düğünlerinin, yüzüklerinin fotoğraflarını paylaştılar. Kıyamet kopuyor instagramda. “Bari gözümüze sokmayın, gizli yapın”cılar bol. Neden? Sen kınanı, bekarlığa vedanı, kırk gün kırk gece eğlenceni merak eden, etmeyen herkese ilan ediyorsun, neden onlardan saklamalarını bekliyorsun? İki yüzlülük ne zaman bir değer sayılır oldu?
Küfürleri, hakaretleri geçelim bir kalem, bol miktarda da akıl verip doğru yol gösteren var. Medeni kanundan evliliğin tanımını aktararak parmak sallayan kadınlar var, beni en çok şaşırtan da onlar. Caner Alper onlara “70 yıl öncesine kadar kendilerinin de hukuki ve beşeri alanda
Hep aklımızın bir köşesinde vardır aslında değil mi, “Tam o anda o kapıdan girmeseydim ne olurdu”, ya da “O soruya öyle değil de şöyle cevap verseydim”, o partiye gitseydim veya geç kalsaydım, erken çıksaydım... Hayatımızın pek çok önemli tanışması, gelişmesi, adımı sanki bu tür küçük anlara bağlı gibidir. ‘İyi ki’lerimiz, ‘keşke’lerimiz de. O gün oraya gitmesem onu tanıyamayacaktım, hayatımın bambaşka bir seyri olacaktı. “İyi ki gitmişim” ya da duruma göre acıklı bir “Keşke gitmeseydim.”
Ya da belki bir teselli sayılır mı bilmiyorum ama, bütün o aldığımız küçük kararlarla değişen binlerce farklı sonuç ‘çoklu evrenlerde’ yaşayıp gidiyordur. Marianne ile Roland’ın ilişkilerinde olduğu gibi.
Marianne, kuantum fizikçi, Roland organik bal üretiyor. Bir partide tanışıyor, birbirlerine merhaba diyorlar. Neler olabilir? Roland’ın karısı içki almaya gitmiş meğer, diyalog başlamadan biter, Roland’ın karısı ev sahibinin arkadaşı, beş on cümle konuşur ayrı köşelere dağılırlar, yani neticede Roland’ın bir karısı vardır, belli bir yerde tıkanır o konuşma, bir daha da birbirlerini görmezler. Yahut ikisi de bekardır, oradan bir içki içmeye Marianne’ın evine gider, gece umdukları gibi gelişmez,
Bir mahkeme hangi durumlarda bir insanın tutuksuz yargılanmasına karar verir? Mesela şu anlatacağım durum için uygun bir karar mıdır: Bir adam karısına sürekli eziyet ediyor. Kocaman genç kızları var, düşünün kaç yıldır çekiyor kadın koca dayağını, şiddeti. Sonunda gözünü karartıp boşanmaya karar verebiliyor ki bu ciddi bir cesaret işi, bizimki gibi “ya benimsin ya toprağın” toplumlarında.
Adam tabii ki kabul etmiyor boşanmayı. Sorsan seviyordur da ihtimal, genelde fazla ‘sevgiden’ döverler hani. Dava sonuçlanana kadar kocanın evden uzaklaştırılmasına karar veriliyor. O kimsenin kulak asmadığı, dinleyecek olsa zaten gerek duyulmayacak olan ‘uzaklaştırma’ kararlarından biri daha. Hâkim amca “Yaklaşma sakın karının yanına, çekerim kulağını” diyecek, o da uysal uysal “Tamam” diyecek.
Tabii ki öyle olmuyor, daha önce içip içip 17 yaşındaki kızına bıçak çeken ‘baba’, bu sefer de gece vakti ‘uzaklaştırıldığı’ eve girip uyuyan karısının başından aşağıya kaynar su döküyor. Basbayağı mutfakta su kaynatıp yakıyor kadını ve soğuk suya girerek kendini kurtarmasına engel oluyor. “Tamam boşanmayacağım senden, beni hastaneye götür” yalvarmalarını da umursamıyor.
Şu anda Ayten Turan hastanede,
100 katlı devasa bir inşaat. ‘Babil Kuleleri’. Camdan baktığında insanların karınca gibi göründüklerinden. “Hani reklamlardaki gibi; şehrin içinde şehre uzak.”
Günlerden pazar, çalışma sürüyor. Bir an önce tamamlanmalı ki dünyaya ‘yüksekten bakmayı sevenler’ girip lüks dairelerine oturabilsinler.
Umut ile İbrahim, 49. katın duvarını örüyorlar.
Umut öğrenci aslında. Tek hayali var, parasını denkleştirip vizesini alıp Avustralya’ya gitmek. “Nerede insan yok, ağaç var, hayvan var, orada hayat var” biliyor bunu.
İbrahim tarih öğretmeni. Üç beş kuruş kazanıp annesiyle böbrek hastası kızına yollayabilmek için inşaatta kaçak çalışıyor. Atanacağı günü bekliyor.
Kraldan çok kralcı, sistemin garantisi şantiye şefi Yavuz, boza pişiriyor enselerinde. Çabuk olmalılar, itaatkar olmalılar, görünmez olmalılar. Kaçak çalışma yakalanacak olursa ceza yer patron. Her şey patronun çıkarlarını gözetmek için. Her şey para için.
İşçilerin can güvenliği mi? Kimin umurunda? Çarşambaya yetişecek mi bu kat, cami açılışı yapılabilecek mi, siz ondan haber verin. Bir işçi ölecek olursa da, ailesini ‘görür’, konuyu kapatır patron. Patron ‘baba’ adam.