Hep aklımızın bir köşesinde vardır aslında değil mi, “Tam o anda o kapıdan girmeseydim ne olurdu”, ya da “O soruya öyle değil de şöyle cevap verseydim”, o partiye gitseydim veya geç kalsaydım, erken çıksaydım... Hayatımızın pek çok önemli tanışması, gelişmesi, adımı sanki bu tür küçük anlara bağlı gibidir. ‘İyi ki’lerimiz, ‘keşke’lerimiz de. O gün oraya gitmesem onu tanıyamayacaktım, hayatımın bambaşka bir seyri olacaktı. “İyi ki gitmişim” ya da duruma göre acıklı bir “Keşke gitmeseydim.”
Ya da belki bir teselli sayılır mı bilmiyorum ama, bütün o aldığımız küçük kararlarla değişen binlerce farklı sonuç ‘çoklu evrenlerde’ yaşayıp gidiyordur. Marianne ile Roland’ın ilişkilerinde olduğu gibi.
Marianne, kuantum fizikçi, Roland organik bal üretiyor. Bir partide tanışıyor, birbirlerine merhaba diyorlar. Neler olabilir? Roland’ın karısı içki almaya gitmiş meğer, diyalog başlamadan biter, Roland’ın karısı ev sahibinin arkadaşı, beş on cümle konuşur ayrı köşelere dağılırlar, yani neticede Roland’ın bir karısı vardır, belli bir yerde tıkanır o konuşma, bir daha da birbirlerini görmezler. Yahut ikisi de bekardır, oradan bir içki içmeye Marianne’ın evine gider, gece umdukları gibi gelişmez, sadece öpüşüp ayrılırlar, umdukları gibi gelişir, sevgili olurlar. Bununla da bitmez olasılıklar silsilesi. Birinden biri diğerini aldatabilir. Buna diğeri sürüyle farklı tepki verebilir... Hastalık var sağlık var ayrıca. Olabileceklerin sınırı yok, hayat bu.
Serdar Biliş’in kurduğu Pürtelaş Tiyatro’nun ‘Savaş’ gibi çarpıcı bir oyundan sonra ne yapacağını merakla bekliyorduk, cevap ‘Parçacıklar’la geldi. ‘Parçacıklar’, hayatın bu binbir türlü halinin izinden giderek Marianne (Damla Sönmez) ile Roland’ın (Deniz Karaoğlu) olan ya da olamayan aşkını anlatıyor.
Göktaşlarıyla büyülü atmosfer
İngiliz yazar Nick Payne’in çoklu evrenler üzerine bir belgesel izledikten sonra yazmaya karar verdiği, Ece Dizdar’ın çevirip Tamer Can Erkan’ın sahnelediği oyun, gücünü hâlâ ilginç sayılabilecek fikri kadar oyuncularının başarısından alıyor. Çünkü aynı diyaloğun bazen defalarca farklı duygularla tekrarlaması gerekiyor ve bu belli bir noktada seyirci için sıkıcı olabiliyor. İlk duyduğun andaki kadar ayakta tutamayabiliyorsun dikkatini. Genç kuşağın iki parlak oyuncusu Damla Sönmez ile Deniz Karaoğlu, müthiş uyumlu tango adımlarıyla Tamer Can Erkan’ın titizlikle yönettiği bu dansı sonuna kadar götürüyorlar. Arada çok küçük nüanslar olan sahneleri izlettirmek de, aradaki farkı izleyiciye geçirmek de hiç kolay değil. Ayrıca Ahsenur Çiftçioğlu’nun Cem Yılmazer’in ışık tasarımıyla birleşip büyülü bir atmosfer yaratan göktaşlarının da payını unutmayalım.
Marianne gibi çoklu evrenlerin bir parçası olduğumuzu, her olayın farklı sonuçlarının bir arada var olduğunu düşünmüyorsanız bile, sırf bir ilişkinin ne kadar küçük bir adımla yön değiştirebileceğini, nerelere savrulabileceğini izlemek, hele hele bunu bu iki iyi oyuncudan izlemek, keyif veren bir deneyim. Hem belki hayatınızın yönünü değiştirecek bir adım olur bu oyuna gitmek, bilinmez ki.