Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Birbirine aşık olan, hayatlarının son 20 yılını birlikte geçiren, beraber filmler yapan bir çift: Caner Alper ile Mehmet Binay. “Zenne” ve “Çekmeceler” filmlerinin yönetmenleri.
İlk röportajlarını verdiklerinden beri sevgili olduklarını saklamadılar. Ne yazık ki bunun alkışlanası bir cesaret örneği sayıldığı bir dünyada, özellikle de ülkede yaşıyoruz ve dürüstlük geçer akçe değil hiç. Bir bakıyorsun, herkesin bir değerli fikri var kendisini hiç ilgilendirmeyen konuda.
Alper ile Binay, geçen hafta evlendiler, Malibu’da. Ve bu işe niyet eden her insan evladı gibi, sosyal medyadan düğünlerinin, yüzüklerinin fotoğraflarını paylaştılar. Kıyamet kopuyor instagramda. “Bari gözümüze sokmayın, gizli yapın”cılar bol. Neden? Sen kınanı, bekarlığa vedanı, kırk gün kırk gece eğlenceni merak eden, etmeyen herkese ilan ediyorsun, neden onlardan saklamalarını bekliyorsun? İki yüzlülük ne zaman bir değer sayılır oldu?
Küfürleri, hakaretleri geçelim bir kalem, bol miktarda da akıl verip doğru yol gösteren var. Medeni kanundan evliliğin tanımını aktararak parmak sallayan kadınlar var, beni en çok şaşırtan da onlar. Caner Alper onlara “70 yıl öncesine kadar kendilerinin de hukuki ve beşeri alanda mağdur olduklarını” hatırlatma gereği duymuş. Ben o kadar uzağa gitmeye gerek olmadığı kanaatindeyim. Kendileri toplumun birçok alanında itilip kakılırken başka birilerini ‘ötekileştirip’ düzenin bekçisi kesilmeleri anlaşılır gibi değil.
Her şeyin ötesinde, herkesin tek bir hayatı var ve kendisine ait. İnsanların televizyonda yatı, katı, arabası, banka hesabı var mı diye eş aradığı bir devride birileri sadece birbirlerini sevdikleri için parmaklarına bir yüzük takmak istemiş. Olsa olsa sevinilir onlar adına. Bir ticari yatırıma çevirmenin zarar vermediği kuruma aşk mı zarar verecek?

Seyyar hayatlar
Çocukluğumdan beri beni çok üzen bir görüntüdür, zabıtadan kaçan seyyar satıcı. “Tezgahtan yiyecek bir şey alma, temiz mi pis mi bilemezsin” uyarılarıyla büyümüş bir çocuk olmama rağmen, ‘ekmek parası’ diye bir şeyi de duymuş olmalıyım ki o kocaman adamların tezgahlarını kucaklayıp kaçmaları çok acıklı gelirdi.
İnsanların evini geçindirmek için seyyar satıcılık yaptığı bir ülkede yaşıyorduk, ayıp bir şey değildi bu. Hatta benim ilkokul yıllarımda ders kitaplarında yazları evin bütçesine sokakta su satarak katkıda bulunan çocuk hikayeleri olurdu. Bir banka reklamında sokakta su satarak başladığı işi büyüten ‘girişimci’ çocuğu ne hislenerek izlemiştik hatırlarsınız. Hayatın bir gerçeğiydi yani bu.
E5 üzerinde arabalar kilit olmuş dururken bunalmış şoförlere su satarak beş çocuğuna bakmaya çalışan Hasan Kaya bu ülkenin gerçeğiydi. Zabıta onu kanının son damlasına kadar kovaladığı için metrobüsün altında kalıp ölmese, iki - üç şişe su satıp evine dönecekti. Kimseye zarar vermemiş, kimsenin malını çalmamış, canına kastetmemiş, kimseyi taciz etmemiş, olsa olsa bakkaldan aldığı suyun üstüne üç kuruş koymuş olacaktı.
Şimdi ben kuralsızlığı mı savunmuş oluyorum? Hatırlatıyorum sadece, maalesef bu ülkede kırmızı ışıklarda, trafik tıkandığında dilenen çocuklar, cam silen, mendil satan gençler, su satan babalar, yersiz yurtsuz seyyar hayatlar var. Daha da olacak, çeşitli milletlerden aramıza katılanlarla.
İnsanlar geçinebilmek için bir yol arıyor kendine. Çalıp çırpmıyor, ülke çapında işlenmiş en büyük suçlara imza atmıyorlar. Yaşamaya çalışıyorlar sadece. Metrobüs yollarına doğru öldüresiye kovalamak değil, çözüm.