Pazartesi sabahı açıyoruz Twitter’ı, ne konuşuyor insanlar dersiniz?
1 Mayıs’ı olabilir değil mi, ya da Gaziantep’teki saldırıyı. Ya da Bağdat Caddesi’nde kaldırımda yürüyen gencecik bir kemancının hayatına mal olan trafik ‘kazası’ demeye dilim varmıyor, ‘cinayeti’ni belki.
Ama hayır, hiçbiri değil, en has önemli konumuz, Tarkan’ın evlenmiş olması. Evet, tabii ki bu da çok hayret verici değil, bu şöhrette bir popstarın evliliği her yerde haberdir ve merak edilir. Ama bu evliliğin konuşulacak yanı gelinin çirkinliği olabilir mi? Yıkılıyor ortalık, efendim yanına yakışmış mı, nasıl olur da böyle güzel bir adam koluna böyle bir kız takmışmış? Damat gelinden daha güzelmiş, olacak iş miymiş?
Millet işi gücü bırakmış, memlekette başka dert de yok neyse ki, Pınar Dilek’i çekiştiriyor. Çünkü bir kadın ancak güzelse sevilebilir. Bu arada tabii ki çirkin falan değil, gayet hoş bir genç kadın da, her şeyden önce size ne? Sonra da hayatta ayıp diye bir şeyi hiç mi duymadınız?
Sosyal medyanın en büyük zararı bu oldu bence. Nezaket bırakmadı insanlarda. Magazinin o saygısız, üzerine vazife olmayan her şeye burnunu sokmakta kendine hak gören dili yaygınlaştı ve meşrulaştı. Birinin yüzüne
Yine kız çocuklarının bedeni, ruhu, hayatı, geleceği üzerinde ‘büyüklerin’ kararlarının hüküm sürdüğü bir hafta geçirdik.
Antalyalı M.A. biri. 14 yaşında daha. Sosyal medyadan biriyle tanışıyor: 21 yaşındaki Ali Berkan B. Turistik tesisilerde animatörmüş. Görüşmeye başlıyorlar. Küçük kız evinden kaçınca ortaya çıkıyor aralarındaki ‘münasebet’. Ve cinsel istismardan gözaltına alınan adam hakkında 25 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açılıyor.
Nasıl kurtuluyor bu işten dersiniz? Küçük kızla evleneceğini söyleyerek! Aile de vazgeçiyor davadan, sen sağ ben selamet. Olayın ‘namus’ kısmı hallolmuş oluyor çünkü nikâh kıyılınca. Mahkemenin de işi bu zaten. Her suçu aklayan ‘kutsal’ aile şemsiyesini korumak.
Fakat daha ötesi var: Tecavüzcüyü aklamak için kızın yaşını büyüten mahkeme de gördük bu hafta.
Dünkü Milliyet gazetesinde Türker Karapınar’ın haberiydi; yine yaş 14, yine cinsel istismar. Bu kez hamile kalıyor küçük kız, doğum için hastaneye gidince durum çıkıyor ortaya ve ailesi onu istismarcısıyla evlendirerek çözmek istiyor meseleyi. Kız 15’ten küçük, ne olacak? Nüfusa geç kaydedildiği iddia ediliyor, allem ediliyor, kallem ediliyor, kemikten yaş tespiti için sağlık
Önceki hafta Çaykur’un Yeşilçamlı reklamıyla ilgili bir yazı yazmıştım. Hani Hulusi Kentmen’den Sadri Alışık’a, Kemal Sunal’dan Ayşecik’e bütün sevdiklerimizin çay içen sahnelerini buluşturan reklam... Hep beraber bayılmıştık reklama da Arzu Film’in Twitter hesabından duyurulduğu gibi bir telif ihmali mi vardı ortada? “Son yıllarda yapılan en büyük hata en büyük mağduriyeti oluşturuyor ne yazık ki. Bedelini hukuk belirleyecek” yazılmıştı hesaptan. Ömürlerini Yeşilçam setlerinde geçirmiş emektar isimler, haberleri bile olmadan buluşmuştu reklamda demek ki.
Ertesi gün beni reklamın yaratıcısı, Dijital Sanatlar’ın kurucusu Mustafa Uslu aradı. Ve reklamın nasıl uzun ve zorlu bir hazırlık sürecinin sonunda ortaya çıktığını, ne kadar dikkatli ve özenli davrandıklarını anlattı. Kullandıkları filmlerin tamamının hakları Horizon ve Fanatik Film’e aitti, toplam beş bin 248 filmi izleyip çay sahnelerini ayırmış, reklamı dört ay ellerinde tutup hukukçulardan, telif hakkı profesörlerinden görüş almışlardı. Ve en nihayetinde bütün bu filmleri yayma ve kopyalama hakkı Horizon Film’de olduğuna göre, ortada bir sorun olmadığına karar verilmişti. Hukuken her şey doğru yapılmıştı yani.
Ne
Bir sistemin toptan çürük olduğunu kabul etmekten daha kolay, sorunu ‘birkaç çürük elma’ya bağlamak. Çözümü de daha kolay o zaman çünkü, o elmayı cezalandırıyorsun, bitiyor. Bir de teşhis koyuyorsun, “Şiddete meyilli, sorunlu bir kişilik” diyorsun, “Öfke kontrolü yok” diyorsun, hatta ‘vatan haini’ne bağlıyorsun. Rahatlatıcı bunlar bir taraftan. “Toptan deliliğin eşiğindeyiz” demekten iyi. “Toplumca beceremiyoruz biz bir şeyi şiddete dökmeden, zorbalaşmadan çözmeyi” gibi umut kırıcı değil .
Ama ne yazık ki gerçekçi de değil. “Trabzonspor Fenerbahçe maçında 17 yaşında bir ‘holigan’ sahaya fırlayıp hakemi dövdü” cümlesi durumu özetlemeye yetmiyor.
O çocuk sadece Trabzon’da yetişen nadide bir türün son örneği değil çünkü. Kendisini savunurken kurduğu cümlelere bakın, çok tanıdık bulacaksınız. Sağınızda solunuzda, ekranlarda, meydanlarda, sadece futbolda değil her alanda, aynı mağduriyet edebiyatı, aynı kendi hakkını kendi arama güdüsü.
“Yanlış bir şey yapmadım” diyor, kendisini götüren polis abileri tarafından sırtı sıvazlandıktan az sonra. İlk ‘aferin’ini onlardan almış çünkü “Yüzün gülsün” demişler, “Kapatma kafanı, sen vatan haini değilsin”. Vatan hainliği böyle bir paye,
Bir çocuk yetiştirip onu ekranlardan taşan ‘müzik - eğlence - magazin’ dalgasından korumanın pek imkanı yok. Ama hiç değilse onun dünyasının Serdar Ortaç ve Demet Akalın’dan ibaret olmamasını sağlamak mümkün.
Kimsenin müziğini eleştirmek değil amacım, sadece beş yaşında ‘atarlı - giderli’ şarkılarla oynayan çocuklar görünce biraz endişeleniyor insan.
Fazıl Say bu tür durumlara ilaç niyetine bir albüm yapmış, Ada Müzik’ten çıkmış: ‘Çocuklar İçin’, adı. Kapağında nefis bir at çizimi var, kızı Kumru Say’a ait. İçinde de Türkiye’nin dört önemli bestecisinin çoğu çocuklar için yazılmış, solo piyanoyla çalınmış eserleri.
Fazıl Say’ın 20 - 30 CD’lik olmasını planladığı Türk bestecileri serisinin ilk albümü bu. Bestecileri seçerken özel bir bağlantı da kurmuş aralarında: Yedi parçalık ‘İnci’nin Kitabı’ adlı eseriyle Ahmed Adnan Saygun açıyor albümü. Afacan kedilerin, ninnilerin, rüyaların uçuştuğu, pamuk şeker gibi bir müzik... Ardından, Saygun’un ilk öğrencilerinden İlhan Baran’ın yine çocuklar için, hem de daha 22 yaşındayken bestelediği ‘Kırda Oyun’, ‘Ağır Zeybek’, ‘Anadolu Çocuk Ezgisi’ ve ‘Ege Şarkısı’ gibi bu topraklardan filizlenen parçalar geliyor.
Selen Öztürk’ün sesinden
Hafta sonu arkeolojinin bize bir hediyesi oldu: “Neşeli ol, hayatını yaşa”. Kim diyor? M.Ö. 3. yüzyılda Antakya’da yaşamış olduğu düşünülen bir iskelet. Kazılarda bulunan mozaikte yan gelmiş yatıyor. Elinde bir şarap kasesi var, yanında da şişesi. Bakana mesajı net: Ölüm var biliyorsun ucunda, unutma, yaşamayı erteleme. Üzerinde de zaten işte aşağı yukarı bu minvalde bir şey yazıyor Yunanca, “Neşeli ol, hayatını yaşa” diye tercüme edilen.
Nasıl ihtiyacımız varsa neşelenmeye, muhtaç olduğumuz tavsiye milattan önceden gelmiş oldu ve “Ölü Ozanlar Derneği”ni izlediğimizde “carpe diem”e nasıl tutunduysak buna da dört elle sarıldık. Sosyal medya çalkalanmakta. “Adam hayatın sırrını vermiş”çiler, “çare arkeolojide”ciler, tabii ki karşısında “şarap mı o?”cular ve hemen sözü “yan gelip yatmayı kutsayan Yunanın tembelliği”ne getirenler.
Buradan da bir kutuplaşma, bir ‘öteki’ çıkartmayı başardık yani, tebrik ediyorum. Bir biz doğruyuz, herkes yanlış. Sonra neden neşeli olamıyoruz... Örnekte de görüldüğü gibi kendimizin değil başkalarının hayatıyla meşgul olduğumuz, kavgayı, didişmeyi, savaşı bırakamadığımız için olamıyoruz, açık değil mi?
Ne diyor aslında o mozaik, biliyor musunuz?
Bir ömre sığdırılabilecekten çok fazlasını yapmışsa bir insan, dillere dolanacak şarkılar yazmışsa, unutulmaz filmlere müziğiyle can vermişse, 40’ından sonra piyano, çello çalmaya başlayacak kadar inançla sevdiği bir mesleği olmuş, çok sevmiş, çok sevilmişse, hayatı en güzel bestesi gibi yaşamışsa, bir noktada “Üstü kalsın” der mi Cemal Süreya gibi? Milliyet’teki röportajında bunu sormuştu Songül Hatısaru Attila Özdemiroğlu’na.
Cevap tam da hayatı böyle tutkuyla yaşamış bir adamdan beklenecek gibiydi: “Hayır, üstü kalmasın. Yararlı birçok şey yaptığımı düşünüyorum. Ama yapacak daha çok şeyim var. Hâlâ bir sürü merakım var. İnsan bunu sürdürmek istiyor. Son eşim Hepgül Özdemiroğlu’ndan olan ikiz kızlarım henüz 19 yaşındalar. Daha onları büyütmek istiyorum. Film müziklerim çok isteniyor, arıyorlar, ‘Teyzem’in, ‘Muhsin Bey’in’ müziklerini nasıl buluruz diye soruyorlar. Film müziklerimden 5-6 albüm yapmak istiyorum.”
Bu cevap aynı zamanda “İnsan nasıl bir ömre nasıl bu kadar çok eser sığdırır?”ın da yanıtıydı... İsteyerek, azmederek, çalışarak, vazgeçmeyerek...
‘İstanbul Kanatlarımın Altında’ filminin o güzel şarkısı ‘Aşk’tan, yıllardır eskimeyen ‘Cesaretin Var mı Aşka?’dan beri takipçisiyim Gülay’ın. Yirmi yıl olmuş. Kimselere benzemeyen bir sesi, daha da önemlisi insanın içine işleyen bir yorumu vardır. Mesela Aşkın Nur Yengi’nin sesine de diyeceğim olamaz elbette ama Adnan Ergil’in ‘Takvimlerden Haberin Yok mu?’sunu bir de Gülay’dan dinleyin, insana nasıl feleğini şaşırttığını görün. Oktavla falan açıklanabilir bir şey değil yani söylediğim, duygudan söz ediyorum.
Müzik, baba (besteci Eyüp Ercan Sezer) mesleği. Beş yaşında onun bağlamayla çaldığı türkülere eşlik etmeye başlamış Gülay. Hal böyle olunca, iki pop albümünden sonra türkülere dönmüş ve hem ‘Damlalar’ diye bir halk müziği programı sunmuş, hem de aynı isimle türkü albümleri yapmıştı.
Türküleri şahane söylediğine kuşku yok, Mektup sahnesinde de az izlemedik ama hala ondan eski sularına dönmesini bekleyen bir dinleyici olarak Pasaj Müzik’ten çıkan ‘Gri Şarkılar’ı sevinçle karşıladım.
Hayatın siyah ya da beyazdan ibaret olmadığına inanan biri olarak, ikisini buluşturan, ‘bir olmanın rengi’ olarak tanımladığı ara renge yönelmiş Gülay ve başkalarından dinleyip sevdiği şarkıları