Başlıktaki iddia, aslında tüm kalbimle inanmak istediğim bir şey. Başka bir dünya mümkünse bunun kadınların elinde şekilleneceğine, barış gelecekse onun da yolunun kadınlardan geçeceğine fena halde inanasım var. Erkeklerin kurup yürüttüğünü gördük çünkü. Acil bir el değişikliği şart.
Kadın, doğası gereği yumuşaktır, çiçektir ve kelebektir söylemine girecek değilim elbette. Tam tersi, fırsat bulduğu zaman güçlü olacağına inancımdan bu iddiam. Belki tarih boyunca itilip kakılmanın, geride bırakılmanın, ‘öteki’ sayılmanın ne olduğunu iyi bilmesinden. Dinine, diline, ırkına bakmadan mazlumu, mağduru iyi anlayacağını varsaydığımdan.
Bu yüzden ırkçı, faşist söylemler kadınlardan geldiğinde iki kat şaşırıp hayal kırıklığına uğruyorum, dünyada hüküm süren erkek dili onları da ele geçiriyor, bir de kendine inandırıyor diye. O dilin ilk kendilerini vurduğunu nasıl görmüyorlar, kendi başlatmadıkları ama kendi çocuklarını kurban verdikleri savaşların nasıl destekçisi olabiliyorlar diye.
Yine bu yüzden de, Gazze’ye Kadın Gemisi (Women’s Boat to Gaza WBG) girişimini çok önemli buluyorum.
Özgürlük Filosu Koalisyonu altında birleşmiş, Gazze’deki İsrail ablukasına karşı Filistinli kadınların yanında
2015’in ocak ayındaki vahşi Charlie Hebdo saldırısının, dünyanın dört bir yanından insanların “Ben Charlie’yim” sloganlarıyla sokaklara dökülmesinin üzerinden iki yıla yakın zaman geçti.
Ne olmuştu; derginin Paris’teki bürosu basılmış, aralarında Charlie Hebdo’nun belkemiğini oluşturan ünlü karikatüristlerin de olduğu 12 kişi öldürülerek güya Hazreti Muhammed karikatürlerinin intikamı alınmıştı.
Tarihe mizaha tahammülsüzlüğün en şiddetli sonucu olarak geçen kara bir gündü ve çok eski bir tartışmayı da gündeme getirmişti tabii beraberinde: Mizahın sınırları nedir? Herkesin hassas olduğu konu farklı olduğuna göre, mizahçı kimin değerlerine göre hareket edecek? Ya da böyle hareket ederek işini yapabilir mi?
Charlie Hebdo zaten sınırları zorlamasıyla ünlü, mizahını tabularla oynayarak devşiren bir dergiydi ve bu özgürlüğünün sonuna kadar savunulması gerekiyordu. Düşünceyi ifade etmenin, bir şeyi üstelik mizahla eleştirmenin sınırlarını çizmeye kalkışırsan bunun sonu gelmezdi. Hele hele bunu kanla çizmeye kalkışan birileri varsa evet, aklı ve vicdanı olan herkes Charlie’ydi.
Peki, şimdi hangi noktadayız? Önemli kalemlerini saldırıda kaybeden, ilk destek rüzgârı geçtikten sonra
Neyi ne zaman sansürleyip neyi yayınlanmaya uygun bulacağı hiç belli olmayan bir platform, Facebook. Bakıyorsunuz, parçalanmış, yarı çıplak kadın bedenleri, ırkçı ve savaş yanlısı söylemler cirit atıyor. Görmeye dayanamayıp “Bunu kaldırın” diye şikayet edecek olsanız, “Biz bu paylaşımlarda bir sorun görmedik” cevabını alıyorsunuz.
Ama bir bakıyorsunuz, Vietnam Savaşı’nın simgesi haline gelmiş, çeken foto muhabiri Nick Ut’a Pulitzer Ödülü kazandırmış bir kare onlara rahatsız edici, hatta ‘müstehcen’ gelmiş. Neden? Çıplak çocuk varmış efendim. Hassaslar, bu konularda...
Önce fotoğrafı hatırlayalım, ki unutulacak kare değildir; çünkü bütün o ateş - duman - kül arasında atılan bombaların kimleri vurduğunu bütün çıplaklığıyla gösterir: Korku ve gözyaşları içinde kim olduğunu, ne olduğunu bilmedikleri düşmandan kaçan bir grup çocuk. Her devirde büyüklerin saçma savaşının asıl kurbanları.
‘Napalm Girl’ün hikayesi
Burası Saygon’un kuzeydoğusundaki Trang Bang köyü. Tarih 8 Haziran 1972. Dokuz yaşındaki Kim Phuc ve arkadaşları sokakta oynuyorlar. Savaşta da oynar ya çocuklar.
Birden ne olduğunu anlamadıkları bir ateşin içinde buluyorlar kendilerini ve koşmaya başlıyorlar. Güney Vietnam
Arşivlere dönüp gazeteleri karıştırsanız, bizde bayramların gelişini ve gidişini iki haberden anlayabilirsiniz: İlki, “Bayram tatili dokuz gün oldu”. Bu aslında herkesin bir yıl öncesinden uçak biletlerini ve otel rezervasyonlarını hazır edecek kadar iyi bildiği bir gerçek. Ama her yıl aynı oyunu oynuyoruz gene de, “Bakalım bayram tatili hafta sonuyla birleştirilecek mi?” tatlı heyecanı her sene tatilcilerin zaferiyle sonuçlanıyor.
İkinci haber bu kadar sevimli değil maalesef. O bayramdaki trafik kurbanlarının çetelesini tutuyor. Aslında daha tatilin başında “Bayram trafiğinde ilk gün bilançosu” diye başlıyor sayım, son gün de yekun alınıyor. Geçen yıl temmuz ayındaki bayram tatilinin bilançosu 120 ölü, 390 yaralı imiş mesela.
Yani müthiş dikkatli araba kullanmak, trafikte kurallara harfiyen uymakla ünlü bir millet değiliz. Karşılıklı gelirken birbirini “Polis çevirmesi var, hız kes” diye uyarmak için selektörle dili icat etmiş insanlarız.
Hal böyleyken, dün sabah saatlerinde Kocaeli Emniyet Müdürlüğü imzalı bayram müjdesi neydi? “Kurban Bayramı tatili boyunca vatandaşlarımıza denetim amaçlı EDS, TEDES, Mobese, radar vb şekilde herhangi bir ceza yazılmayacak, kural ihbarı tespit
Bir garip ilişki, babayla çocuk arasındaki. “Sevmen lazım” diye başlıyorsun hayata, “Bu adamı sevmen lazım.” “Saygı duyman lazım” ayrıca. Sonra aklın ermeye başladıkça “Çekinmen lazım.” Bir kabahat işledin mi babana söylerler, görürsün.
Duruma göre “Korkman lazım.” Yanlış yola sapmaması için insana baba korkusu şart. İnsan korktuğu şeyi kolay kolay sevemez de, ondan hem korkman, hem de sevmen lazım.
Bunca lazım arasında karşındaki adam aslında kimdir; hayattan ne gibi beklentileri, nasıl umutları, hayalleri, hayal kırıklıkları vardır bilemezsin çoğunlukla. Evdeki iktidar figürüdür, itaat eder, sorgulamazsın. Elinde büyüdüğün insanı yedi kat eller senden iyi tanır, sen onun sadece ‘baba’ halini bilirsin. Bu da hazırlıksız gelip dünyanın en zor görevine; ‘Bir insan yetiştirmeye’ soyunan kişinin en parlak hali değildir genellikle.
Her mesleğin eğitimi var; ana babalığın yok. Onlar el yordamıyla kıra döke ilerler. Kırılıp dökülen sen olursun. Sen büyürsün, öfken ve kırgınlıkların büyür. Aslında sevgin de büyür de kendine bile söylemezsin.
Artık insan halini görmeye başlamışsındır babanın. Şanslıysan asıl o halini seversin. Çocukluğu; gençliği, onu o güne getiren mücadelesi ve
Bir kare; Bolu’dan. Sokakta bir takım adamlar, ellerinde akıllı telefonları, hep birlikte kafalarını yukarı kaldırmış, fotoğraf çekiyorlar. Nasıl çocuklar gibi şenler. İstisnasız hepsinin yüzünde kocaman bir gülümseme, belli ki çok mutlu ve heyecanlı bir olaya şahitlik ediyorlar.
Artık havai fişek mi atılıyor, uçan daire mi iniyor, nedir gökyüzünde bu sevinçli telaşa yol açan merak ediyor insan.
Haberi okuyunca anlıyoruz ki, hayatından bezmiş bir vatandaş, bir binanın altıncı katına çıkmış, kendisini aşağıya bırakmaya hazırlanıyor. Altta biriken seyircilerin ağızları kulaklarına vararak ölümsüzleştirmeye çalıştıkları an, bu. Hiç tanımadıkları bir insanın trajedisi.
Muhtemelen arada kamerayı kendilerine çevirip paha biçilmez ‘selfie’lere de imza atıyorlardır. Instagram’da kaç ‘like’ demek bu.
Fakat zaman geçiyor, beklenti var, icraat yok, sıkılıyorlar. “Atla, atla” tezahüratları başlıyor. Basbayağı adamı ölmeye teşvik ediyorlar. Artık atlasın da şov tepe noktasına varsın, rating düşmeye başlayacak yoksa. Beklediğimize değsin.
“Biz nasıl bu hale geldik?” naif sorularıyla anlaşılacak bir durum değil bu. Üstelik öyle tek seferlik bir olay da değil. Daha iki ay önce Tarlabaşı’nda
Bizlerin heykelle imtihanı - ya da heykellerin bizimle tabii, bakış açısına göre değişir - hiç bitmeyecek mi acaba? Bir bakıyorsunuz gayet yaratıcı, özgün, sanatçısının izini taşıyan işler muhtelif sebeplerle beğenilmeyip kırılıyor, boyanıyor ve en iyi ihtimalle gözden ırak bir yere kaldırılıyor. Bir bakıyorsunuz, estetikle uzaktan yakından alakası olmayan devasa kütleler şehrin göbeğine dikiliyor.
Aşçılarıyla ünlü Mengen’e 15.5 metrelik aşçı heykeli dikilmiş mesela. Hani şu bazı restoran kapılarına sizi içeri buyur eden çirkin küçük adam maketleri koyuyorlar ya, tereddüt ediyorsunuz girmek mi uygun, girmemek mi diye... Hah, onun dev olanını düşünün, bir kaidenin üzerinden size baksın. “Dünyanın en büyük aşçı heykeli” olmasıyla övünülüyor. Dünyanın hangi ülkesinde akla gelir ki zaten aşçı heykeli boyutları kategorisinde yarışmak?
Bizim ezelden beri geliyor ama.
http://spektakulersehirheykelleri.tumblr.com/ ülkemizin akla ziyan heykellerinin takipçisi. Ben de ondan faydalandım heykel envanterimiz için. Mesela eminim Alibeyköy’deki mısır koçanı da dünya yüzündeki en büyük mısır koçanı heykelidir. Ya da Bayrampaşa’daki dev enginarla baş edebilecek bir babayiğit var mıdır, bilemiyorum.
Her sorunu, her tehlikeyi yasakla çözmeye meyilli bir ülkeyiz. Evde de öyle, okulda da, devlet katında da. Koruyamıyorsan yasakla. Kadınlar tacize mi uğruyor, onlara hava kararınca sokağa çıkmayı yasakla. Toplumun bir kesimi başka birinden (Alperenler Onur Yürüyüşü’nden mesela) rahatsız olup tehdit mi savurdu, tehdit edilenin yürüyüşünü yasakla. Düğüne bombalı saldırı mı oldu, sokakta düğün dernek yapmayı yasakla.
Gaziantep’in Beybahçe Mahallesi’ndeki kına gecesine 20 Ağustos’ta düzenlenen IŞİD intihar saldırısının sonucu bu oldu. İçişleri Bakanlığı 25 Ağustos’ta sokak ve mahalle aralarında yapılan düğün, nişan ve kına gecelerini yasakladı, ardından da İller İdaresi Genel Müdürlüğü aracılığıyla tüm il valilikleri ile ilçe kaymakamlıklarına tebliğ etti. Artık sokaklarda davul zurna, düğün, halay olmayacak.
Sokak düğünleri özellikle maddi durumu iyi olmayanlar için bir kurtarıcı, bu halkın hoş bir geleneği. Bunu ellerinden alıp ne sunacaksınız yerine?
Mesele güvenlikse, çözüm bu olabilir mi?
Bu sefer düğün olmaz, meydan, cadde, toplu taşıma, park, bahçe, insanların bir arada durduğu herhangi bir yer olur. Olmadığını da söyleyemeyiz maalesef. Hangi birine yetişilir yasaklayarak?