Gazeteciliğe ilk adım attığım günler, Cumhuriyet Dergi’de çömezim, her hafta yazısını dört gözle beklediğim bir yazar var: Uğur Sunar ya da sonradan öğreneceğim şekliyle Sunar Kural Aytuna.
O kadar çok yemek yazarı yok o zaman ya da benim ilgimi çeken yok, Sunar’ınkilere bayılıyorum çünkü yemek tarifinin yanında bir dolu hikaye anlatıyor.
Yani yemek o yazılara bahane diyeceğim ama tanıyınca anlıyorsunuz ki asla bahane değil, hayatın en büyük keyiflerinden biri, Sunar için dostlarla paylaşılan yemek ve keyifli sohbetli sofralar.
Tutkuyla seven kadın
Bir insan düşünün, hayatın her anında başka bir anlam, kadeh kaldırmaya bir vesile buluyor ve bunu da hiç tanımadığı okurlara anında bulaştırıyor. Baharı, yazı, denizi, balığı, en çok da “Benim sakallı” şeklinde yazılarında yer bulan kocası Aydın Aytuna’yı tutkuyla seviyor. “İyi yemekçiler iyi aşıklardır” diyor, “Herkesin peşinde koşmazlar. İyi aşık ile iyi koleksiyoncu arasındaki farkı bilirler. İyi yemekçiler, iyi özler ve iyi kavuşur.” Hayat onunla bayram yeri gibi.
Hüzünler de var elbette, onlar da layıkıyla yaşanıyor ve teselli gene bir arkadaş için pişirilen kekle, ya da sevdiğiniz birinin tarifi bir yemekle birlikte geliyor. Mesela
Birkaç tane her duruma uyarladığımız slogan sözcük var, yüksek iddialar taşıyorlar ama maalesef iyi niyetimizi ifade etmekten öteye geçemiyorlar. Bir de içimizi rahatlatmaktan tabii. Hatta bazı hallerde meselenin içini bir miktar boşalttıklarını da söylemek mümkün.
“Ölümsüzdür” mesela, gencecik yaşta hayattan koparılmış insanlar için bir teselli gibi kullanıyoruz, ama bu gerçeği değiştirmiyor, ne yazık ki ölümsüz değiller, yaşamayı hak ederken öldürüldüler.
“Yanınızdayız” sonra ya da “yalnız değildir”, bakın, haksız gözaltılardan, kovuşturmalardan, tutuklamalardan sonra twitter’ın bir numaralı hashtag’i. Keşke gerçek olsa, keşke dayanışma bu derece yaygın olsa. O hashtag’e tweet yazan kişilerin onda biri hayatta yan yana gelebilse, sahiden yalnız olmaz kimse ama maalesef bu da bir hayalden ibaret. Sonunda herkes işini kaybederken, yargılanırken, tutuklanırken yalnız.
Bir de “unutmadık” var. Bu hafta mesela 17 Ağustos’u “unutmadık”. 17 yıl önceki kâbusu, o gece 3.02’de dünya başımıza yıkıldığında enkaz altında kalan insanlarımızı “unutmadık” diyoruz.
Diyelim elbet. Ve unutmayalım da. Ama unutmamak aynı zamanda 17 yıl içinde bir şeyleri değiştirmeyi gerektirmez miydi? Bugün aynı şey
“Benden size tavsiye: Hayatta ne istemediğinizi bilin. İstediğiniz sonra gelir.” Cumartesi gecesi Gümüşlük’ün yeni mekanı Off Gümüşlük’te Nükhet Duru’yu izliyoruz. Bu tavsiye de ondan, ki Nükhet Duru’yu bir kere sahnede izlediyseniz ondan tavsiye almayı illa istersiniz, çünkü bu yaşam enerjisinin nereden geldiğini merak edersiniz.
Bu gecenin bir de özelliği var; sahnenin hemen yanında, DJ kabininin başında, daha 20’sine bile gelmemiş bir genç kızken kendine seçtiği ilk yol gösterici, kendi deyişiyle “Bu gece izlediğimiz tanrıçanın Zeus’u”
Mehmet Teoman var.
Dolayısıyla gece, besteci Cenk Taşkan ile tamamlanan üçlünün unutulmazlarından ‘Anılar’ ile başlıyor. 18’inde ona ne hissettiriyordu bu şarkı bilinmez ama şu anda “Size borcum yok artık anılar” derken çok inandırıcı.
Aslında söylediği bütün şarkılarda olduğu gibi. Ağzından çıkan söze önce kendi inanıyor, inanmadığını söylemiyor.
Bu gece daha önce başkalarından duyduğumuz şarkıları bir de ondan dinlediğimiz bir repertuvarı var. ‘Melankoli’, ‘Beni Benimle Bırak’, ‘Ben Sana Vurgunum’ olmazsa olmaz evet, ama gerisi ‘Olmasa Mektubun’lar, ‘Sessiz Gemi’ler, ‘Aldırma Gönül’ler, ‘Tek Başına’lar, ‘Sarhoşum’lar arasında bir yolculuk.
Sonuç:
Tam da öğrenmek üzereydik halbuki. Bu kendilerine Lüfer Koruma Timi adını veren grubun boşluktan canı sıkılan insanlardan oluşmadığını, “Bu hayvanların 20 cm’den küçük olanlarını almayın, satmayın, yemeyin” derken bir bildikleri olduğunu anlamış gibiydik.
Neydi dertleri? Bizleri balıksız bırakmak değil, aksine, Boğaz’ın bir simgesi olan ve üreyebilecek erişkinliğe ancak o boyda gelen lüferin neslinin tükenmesini engellemekti. O yediğimiz küçük balıklar; çinekoptur, sarı kanattır, bunlar yavruydu ve basit bir mantık yürüterek onları tüketmenin sonucunu tahmin edebilirdik: Bir canlı türünün çocuklarının büyümesine izin vermezsen bir noktada onun soyu
devam edemez.
Hatta Lüfer Koruma Timi 23 - 25 cm’de ısrar ediyordu da, Greenpeace ile birlikte yürüttükleri kampanya neticesinde 2011 yılında kaydedebildikleri aşama buydu. Zamanın Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker’in imzasıyla yayınlanan tebliğ, lüferin avlanma limitini 14 cm’den 20 cm’ye çıkarmıştı. Küçük de olsa bir zafer, yavru lüferler için bir gelecek umuduydu bu.
Fakat yasaların çiğnenmek için olduğuna inanan yurdum insanını durdurmak sıkı denetimlerle mümkündü ki burada da iş biraz başa düştü. Greenpeace
Türk oğlan annesinin nelere kadir olduğunu, istediği yuvayı kurup istediğini yıkma kudretine elbette sahip olduğunu hayatta olduğu kadar ekranda da canlı canlı izlemiş bir milletiz yıllardır. Herhalde - umarım - görüp göreceğimiz en korkunç örnekler o ‘Gelin - Kaynana’ yarışmalarına toplanmıştı ve hasarlarını da bırakıp gittiler.
Şu ara televizyondaki yazlık romantik komedi dizilerinde de öyle fena oğlan annelerine rastlıyorum ki, bu karakteri ısıtıp ısıtıp karşımıza koymak şart mı diye düşünmeden edemiyorum.
Hepsi oğullarına aşık, onun bu dünyaya gelip gelecek en yakışıklı, en şahane, en kusursuz yaratık olduğundan emin ve tabii ki ‘oğluşlarına’ layık kız yok yeryüzünde.
Daha doğrusu bir tane var, onu da onlar biliyor. “Aşık falan değilsin, olduğunda ben sana söylerim” diyen Semra Hanım gibi tıpkı. Bakınız, ‘Yüksek Sosyete’de Kerem’in (Engin Öztürk) annesi Ayşen (Hülya Gülşen Irmak). Delikanlı bir takım elbise giyiyor, “Ah ah ah, babası koş benim oğluşumun yakışıklılığını gör, şu kaşa göze bak, tu tu tu maaşallah...” Bitmeyen bir güzelleme. Sonra o adamın kuracağı ilişkiden hayır bekle.
Diyelim sevdiği biri var, değil mi? Yok, annesi illa mahalledeki kendi beğendiği kızla
Ben lise öğrencisiyken biraz çekinilen bir yerdi Beyoğlu. Okulumuz İstiklal Caddesi’nin göbeğinde olduğu için bizim için evimizin sokağı gibiydi de, başka semtlerde okuyan arkadaşlarımız pek gelmezlerdi, onlarla daha ‘nezih’ bölgelerde buluşulurdu. Hele hele hava karardıktan sonra hiç tekin bulunmazdı, özellikle de kızlar için. Halbuki annelerimizden dinlerdik bir zamanlar ne şık bir semt olduğunu. Çok önceleri tabii, 6 - 7 Eylül’den önce, o güzel pastaneler, terziler, kuyumcular kapanmadan, sahipleri buralardan gitmeden önce.
Sonra yavaş yavaş bir hareketlenme başladı, yine küçük, hoş kafeler açıldı, hafif Paris havası estiren, caz çalan, güzel kahve yapan. Caffinet’yi, Kaktüs’ü, Pia’yı anmak isterim, ilk örnekleriydi, şimdi hiçbiri yok. Onları başkaları izledi, Beyoğlu yeniden insanların kızlı erkekli eğlendiği, sokaklarında oturduğu, sinemalarına, tiyatrolarına gittiği bir semt oldu. Hatta Midpoint’lerle, 360’larla, House Cafe’lerle o güne dek Beyoğlu’na adım atmamış bir kitle için bile çekici hale geldi.
Ne zaman başladı yeniden bu çöküş, nasıl böyle hızla dibe vurdu güzelim cadde, anlamak mümkün olmadı. Önce tiyatrolar, sinemalar kapandı. Ne AKM var, ne Taksim Sahnesi şimdi, ne
anıyanın enerjisine de, azmine de, gücüne de hayret ve hayranlık duyacağı bir insandır Genco Erkal. Değil yaşıtları, yarı yaşındakiler daha yolun başında bir takım güçlüklerden yılıp kenara çekilirken o kaç yıllık salonundan atılır pes etmez, göçebeliği de çok iyi bilir çünkü, gene devam eder tiyatrosuna.
Bu sefer tek bir şehirde değil beş şehirde, tek bir oyuna değil haftanın her günü ayrı oyunla seyirci karşısına çıkar üstelik. Sonra yılların hayalini hayata geçirip aileden kalma hanın avlusunu tiyatro sahnesine çevirip perde açar bir yaz gecesi. Bu sefer kendi kardeşinin engeline takılır, yine yılmaz, yollar onundur nasıl olsa.
Onca emeği çöpe atar, başkasının “Yetti artık, bir ben miyim bu alemin Don Kişot’u?” diyeceği yerde tam gaz devam eder, gücünü Nazım’ın, Brecht’in dizelerinden alarak. Tiyatroyu bırakmayı bir an düşünmez. Küsüp susmayı da...
Hayat da sanat da uzun bir mücadeledir onun için, hep söylediği gibi. “Beni ayakta tutan bu, bıraksam duramam” dediği bir mücadele.
Genco Erkal vazgeçmez
“İnsan bir şeyi bu kadar tutkuyla isteyince hayat da ona yardım ediyor galiba” dedirtecek buluşmalar da çıkmıştır böyle olunca karşısına. En son
Çocukken bir heyecan vesilesiydi Olimpiyat Oyunları’nın başlaması. Spora özel olarak düşkün olmasan bile bütün kıtaları birleştiren, sınırlar ötesi bir etkinlik olduğu, insanı dünyaya ait hissettirdiği için herhalde. Ben her sefer bitişe doğru yıl saymaya başladığımı hatırlıyorum; daha kaç Olimpiyat göreceğiz, acaba bir gün bizim ülkemize de gelecek mi sıra? Çocuksun, zor mu kolay mı, ne gerekir bunun için düşünmüyorsun, hayal ediyorsun sadece.
Üç sene önce bir eylül akşamıydı, milletçe İstanbul’un 2020 Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yapma şerefine nail olup olmayacağını merak ederek bekleştiğimizde. Bir “Ne olursa olsun gelsin”ciler vardı, böyle bir organizasyonun altından kalkıp kalkamayacağımızı hesap etmeden, sadece bunu kendimize olan güvenimizle hak ettiğimize inanan. Bir de endişeliler, etimizin budumuzun ne olduğunu düşünüp piyango bize vurursa ne olacağından korkanlar. Öyle ya, evine misafir çağırırken bile sandalye sayısından ona ne ikram edeceğine kadar bir sürü şey düşünürsün. O gidince aç kalacaksan pek iyi bir fikir değildir belki. Kaldı ki ortada epey silip süpürücü bir misafir var.
Olmadı, 2020 için şans Tokyo’ya isabet etti. Ve bu yıl yeni başlayan