Nobel Akademisi ‘gergin’miş, öyle diyor başlıklar. Nobel Edebiyat Ödülü’ne ‘layık’ görülen Bob Dylan’dan hâlâ bir ses çıkmaması, İsveç Akademisi’nde gerginliğe ve giderek ‘çatlaklara’ neden oluyormuş.
Evet, ödül açıklanalı 10 gün oldu ve dünyanın her köşesinde ilgili-ilgisiz, bilgili-bilgisiz herkes konuşurken, Dylan değil çıkıp ‘gurur duyduğunu’ bildirmek, bu gurura nail olup olmayacağını bile bildirmedi. Akademi ulaşamıyor kendisine, öyle düşünün. Her gün acıklı açıklamalar yapıyorlar, oradan biliyoruz. Yine de umutlar yeşildi, kendisinden basmakalıp bir davranış biçimi zaten bekleyen yoktu. Bob Dylan’dı bu, iki naz yapıp er geç ortaya çıkacaktı, inanıyorduk.
Ancak öyle bir ‘dolaylı’ hareket geldi ki Dylan cephesinden, iyice karıştı kafalar. Önce internet sitesinde, yeni yayınlanacak ‘The Lyrics: 1961-2012’ kitabının tanıtım yazısında ‘2016 Yılı Nobel Edebiyat Ödülü Sahibi’ ibaresi zuhur etti. Sevinçli bir heyecana kapıldık, bu bir kabul
değilse neydi?
Akademiden ‘diplomatik’ açıklama
Çocukken hatırlıyorum, gazetelerde en çok ‘Babasının silahıyla oynarken yanlışlıkla arkadaşını-kardeşini vurdu’ haberleri dikkatimi çekerdi. Aklım almazdı, silahla nasıl oynanır, karşındakini yanlışlıkla öldürmene neden olacak nasıl bir şakalaşma olabilir...
Büyüklerden duyduğum ‘Şeytan doldurur’ lafından çok ürkerdim. Boş diye güvenemezdin, öyle bir şeydi silah.
Bir detay daha vardı bu haberlerde; baba genellikle polis ya da emeklisi olurdu. Çünkü silah öyle her evde peynir ekmekle birlikte bulabileceğin bir şey değildi. ‘Beylik tabanca’ diye anılırdı ve polis evlerinde olurdu. Bulunduğu eve felaket getirmesi de bir anlık boş bulunmana ya da tepenin atmasına bakardı. Ne kadar az kişide olsa o
kadar iyiydi.
Yıllar içinde, hep yanlış yöne doğru ‘gelişen’ cennet vatanımızda tabanca da daha kolay ulaşılabilir hale geldi. Sırf el altında silah bulunuyor diye ölümle biten komşu kavgaları, karı koca çekişmeleri, trafik itişmeleri, intiharlar gördüm, duydum, okudum. Kaç maç sonrası kaç çocuk havaya sıkılan ‘kaza kurşunu’yla öldü.
Lisedeydim kendisiyle tanıştığımda. ‘Ayışığında Çalışkur’ diye bir oyun, Galatasaray Lisesi Tiyatro Kulübü’nde sahneleniyor. Şaşkına döndüğümü hatırlıyorum, öyle farklı bir kurgusu var, o kadar komik ve aynı anda o kadar zekice eleştiriler içeriyor ki, içinde geçtiği Çalışkur Apartmanı sakinlerine ve mahalleliye...
Aynı öyküyü iki kere anlatıyor. Bir olduğu gibi, iki itiraz eden seyircilerin - tabii aslında ‘düzenin’ - isteklerine göre ‘düzeltilmiş’ şekilde.
Misal, birinci perdede kendisi hapisteki kapıcının karısıyla düşüp kalkarken parkta sarmaş dolaş oturan sevgilileri karakola götürmeye çalışan bekçi Zülfikar, ikinci perdede kibar, efendi bir adama dönüşüyor, birbirini seven gençler de düşük ahlaklı serserilere.
Hiçbir şeyi gözüne sokmuyor izleyicinin, “Mesaj veriyorum, aldın mı?” demiyor. Çok eğlenceli.
O gün Haldun Taner adını aklıma kaydediyorum, nasıl bir yazar bu!
Bitmeyen bir keşif yolculuğu
1935’te Galatasaray Sultanisi’nde orta öğrenimini bitirdikten sonra devlet bursuyla Heidelberg Üniversitesi’ne gitmiş, tüberküloz nedeniyle Siyasal Bilgiler’i yarıda bırakıp yurda dönmüş, 1950’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Filolojisi Bölümü’nden mezun olmuş. Tiyatro
Çocuklukta, gençlikte ‘farklı” olana huzur vermez diğer çocuklar. Her sınıfın dalga geçilen ‘kara koyunları’ vardır. Dini, şivesi, etnik kökeni, aile yapısı, her şey sorun olabilir. Ne kadar az dikkat çekersen o kadar rahat geçer sıralardaki hayat senin için.
Ama tabii çocuklar olanca acımasızlıklarıyla birbirlerinin üzerinde güç denemesi yaparken, yetişkinlere düşen, ‘çoğunluğa’ uyup o farklı çocuğu onlarla birlikte ezmek değildir. Tam tersi, onlara bu yaptıklarının yanlış olduğunu, kimseyi yargılamaya haklarının olmadığını anlatmaları gerekir. Orası bir ‘eğitim’ kurumu ve ‘eğitim şart’ ya hani.
Antalya’da bir lise öğrencisi eşcinsel olduğu için arkadaşlarının tepkisini çekince okul idaresi çareyi çocuğu başka okula göndermekte bulmuş. Babasını okula çağırarak nakil kâğıdı imzalamaya zorlamışlar.
Hadi “Bu benim özel hayatım, okulumdan ayrılmak istemiyorum” dediğinde müdürden “Geri zekâlı, senin özel hayatın olamaz, senin özel hayatını ben çizerim” cevabını aldığına dair iddiayı çocuğun hayal gücüne yoralım, Hürriyet’e demeç veren öğretmenin söylediklerini ne yapacağız? Efendim, çocuk davranışlarıyla erkek öğrencilerin tepkisini çekiyormuş, ona karşı büyüyen bir öfke
Bilmemenin de, öğrenmemenin de ayıp sayılmadığı memleketimizde gündeme ‘Kürk Mantolu Madonna’ damgasını vurdu dün. Evet, Sabahattin Ali’nin 1943’te yazdığı, ama nedense son yıllarda keşfedilip ‘çok satanlar’ raflarının demirbaşı olan romanı. Okumak elbette şart değil ama alıp kahve fincanıyla fotoğrafını çekerek Instagram’da paylaşmak şart. Şu an 70 bin kadar fotoğraf mevcut etiketin altında.
Hal böyle olunca, romanın sinemaya uyarlanacak olması da magazin programlarının mühim bir konusu sayılıyor tabii. Üstelik Beren Saat oynayacakmış, daha ne olsun? Üzerine değerli fikirlerimizi söyleyebiliriz, romanı okumamız gerekmez. Kim bilecek?
‘Aramızda Kalmasın’ın yorumcusu Funda Özkalyoncu da böyle düşünmüş olacak ki, kendinden en emin haliyle aslında kitap uyarlamalarını sevmediğini anlatıyor, “Aynısı olmayınca zorlamanın ne gereği var?” diye düşünürmüş. Gel gelelim senaryoyu yazan Ece Yörenç’in kalemini de çok önemsermiş, neler yazmış kadın düşünün. Dolayısıyla “Madonna’nın hayatı da enteresan olabilir bizim için. Yani aşkları, ilişkileri falan” diye sürdürüyor yorumunu.
Utançtan kızarmak yerine
Arkadaşımın zehir gibi akıllı çocuğu bir araştırma yapıp dünyanın en yaşanası şehirlerini belirlemiş. Buralardaki ekonomik, sosyal, kültürel şartları Türkiye ile kıyaslayan bir sunum hazırlamış anne babasına. Neden? Gidip orada bir hayat kursunlar diye. Bu ülkede mutsuz olduğu, kendisine burada bir gelecek göremediği için. Yaş 15.
Dün Hürriyet’te Güliz Arslan ‘proje okul’larda okuyan öğrencilerle konuşmuştu. “Umutsuzum” diyordu biri: “Seneye yurtdışına gidip eğitimime orada devam edeceğim. Okuldan sonra da Türkiye’de yaşamak planlarımın arasında yok.”
Bunlar da bir diğerinin cümleleri: “Benim için de Türkiye’de okumak bir seçenek bile değil ne yazık ki… Okuldaki diğer arkadaşlarım da benim gibi, herkes kaçmak istiyor.”
Lise öğrencisi bunlar. Hiçbirinin yaşı 18 değil daha. Bu yaşın meseleleri bunlar mı olmalı?
Toplumun kabul ettiği ‘normal’ bir hayatın, bir bankada iyi bir pozisyonun, herkesçe onaylanan bir ilişkin ve eğlenceli bir arkadaş grubun var. Zaten yaşadığın küçük kentin en nüfuzlu ailelerinden birinin oğlusun. Babanın karşısında durabilen yok, sana da onun ‘veliahtı’ olarak saygıda kusur etmiyorlar. Görünüşe göre her şey yolunda yani. Varlıklı, mutlu, tatmin edici bir hayat. Hepsinin bir gecede elinden kayıp gidebileceğini asla tahmin edemezsin.
Aslı Özge’nin bugün gösterime giren üçüncü filmi ‘Ansızın’ın ‘kahraman’ı Karsten de etmiyor hiç. Ama kız arkadaşı şehir dışındayken evlerinde verdiği partide herkes gittikten sonra kalan Anna adlı genç kadın ansızın ölüverince, hayatı alt üst oluyor. Karsten paniğe kapılıyor, ambulans çağıracağı yerde kendini sokağa atıp yakındaki kliniğin kapılarını yumrukluyor, bu sırada
bir sürü vakit kaybediyor ve belki de kadını
kurtarma şansı varken ölümüne
seyirci kalmış oluyor.
Haberden esinlenilmiş bir senaryo
Okuduğu bir gazete haberinden esinlenmiş Aslı Özge senaryoyu yazarken. Tahmin etmek güç değil, Defne Joy Foster’ın ölümünden ve arkasından söylenenlerden. Anna da Defne gibi evli ve bir çocuğu var. Onun da tek başına yabancı bir adamın
Bir canlının hakları ne kadar çok çiğneniyorsa, adına o kadar çok çeşitli gün ilan ediliyor. Mesela kadınsan, bir erkeğin doğuştan sahip olduğu haklar sana başka bir gezegen kadar uzak ama iyi haber: Bir günün var, 8 Mart’ta bütün dünyada ‘kutlanıyor’.
Çocuksan, büyüklerin kurduğu düzenin çilesini en çok çekensin, savaşların, göçlerin, şiddettin en büyük mağdurusun. Ama işine yararsa bir değil, bir sürü günün var.
Neredeyse her ülkede ayrı ayrı kutlanacak kadar.
Bunlardan beteri ne olabilir? Tabii ki kız çocuk olmak. İki taraflı mağduriyetle doğuştan bütün kötülüklerin hedefisin. Dolayısıyla, bir günün olmasın mı? Olsun.