Meşhur hikayedir; Bernard Shaw ‘Pygmalion’ oyununun galası için Winston Churchill’e davetiye gönderir, yanında da bir not: “Davetiye iki kişiliktir, bir dostunuzla birlikte gelin, tabii eğer var ise.” Churchill’den cevap gelir: “Maalesef o gün doluyum, ikinci oyuna gelirim, tabii olur ise.”
Biz bu hikayeyi en son Yılmaz Erdoğan’dan dinledik, İstanbul Komedi Festivali’nin kapanışını yapan yeni tek kişilik gösterisinde. Adını ‘Münaşaka’ koymuş gerçekçi adam, “Münakaşa etmeyin” demiyor da, “İçinden şakasını eksik etmeyin” diyor. Shaw ile Churchill gibi. Hani çekişmenin de, itişmenin de bir zarafeti ve de mizahı olabilir, tabii eğer istenir ise.
12 yıl olmuş Yılmaz Erdoğan sahneye çıkmayalı, halbuki biz onu orada sevmiştik. O zamanlar dev bir daktilo vardı orta yerde, şimdi tabii bilgisayara dönüşmüş. İki perdelik, iki saatlik bir gösterinin seyirciyle buluştuğu ilk geceydi.
Evet zaman zaman sıradaki anekdot için notlarına bakması gerekti, özellikle birinci perdede hikaye aralarında es’ler oldu ama hiçbiri onun bunları da bir şekilde hoş göstererek savuşturabilecek bir sahne insanı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
‘Ara’ bitmiştir umarım....
Uzunca bir teknoloji bölümüyle başlıyor gösteri
İETT’nin kadınlara dair yeni gece uygulaması tartışmalar eşliğinde başlamış bulunuyor. CHP’li İBB Meclis Üyesi Esin Hacıalioğlu’nun meclise sunduğu teklif, saat 22.00’den sonra kadın yolcuların durak olmasa da istedikleri yerde inebilmelerini sağlıyor. Böylece daha az mesafe yürüyecek ve belki o sırada başına gelebilecekler bir nebze azaltılmış olacak.
Tabii bu arada otobüsün içinde güvende olduğunu, çenesine uçan tekme yemediğini, evde de onu tecavüzcüsünün ya da işkencecisinin beklemediğini varsayıyoruz. Diyelim ki tehlike ‘sokakta’ yani. O zaman bu uygulama faydalı mı?
Bugüne kadar ‘pembe taksi’ydi, ‘otobüstü’ gibi kadını tecrit etmeye dayanan fikirlere karşı çıkan bir kadın olarak, bu uygulamanın bugünün Türkiyesi’nde çok yanlış olmadığını düşünüyorum. Tabii bunu söylerken içim kan ağlayarak. Evet, cinsiyetçi ama rica ederim, ne değil ki?
Kadınların türlü şiddete maruz kaldığı, neredeyse her alanda geri plana itildiği, tamamen kendilerine ait olması gereken kararlara bile erkeklerin karıştığı, tartışma programlarında en kadına dair meselelerin erkek erkeğe konuşulduğu bir düzende kadının otobüsten istediği yerde inebilmesinin lafı mı olur?
Keşke “Yürüsün canım, korkacak bir şey
Gülmeye, evet hem de bir şeye birlikte gülmeye deli gibi ihtiyacımız olan şu günlerde; BKM’nin Türkiye’nin ilk uluslararası komedi festivalini düzenlemesinin eşsiz bir hizmet olduğunu düşünüyorum. “Efendim gülecek halimiz mi var?” Evet, tam da o halimiz olmak zorunda. Ruh sağlığımızı kurtaracak olan da, insanlığa inancımızı tazeleyecek olan da bu. Kahkahamızı terk etmemek.
Mesela Eddie Izzard ile bir gece geçirmek. İngiltere’nin bu müthiş komedyeninin yüksek topuklarıyla dolaştığı 28 ülkeden biri olmak. Kendisini kâh “Travesti’, kah “Erkek lezbiyen” ya da “Her neyse işte, isimleri sürekli değişiyor” diye tanımlayan, aslında
etiketlerin hepsini ters yüz eden Izzard, hiçbir hikayenin orada tesadüfen bulunmadığını sonunda hepsi birbirine bir şekilde bağlandığında anladığın, Roma tarihinden ‘Yüzüklerin Efendisi’ne, güncel politikadan mitolojiye su gibi akan iki saatlik gösterisi ‘Force Majeure’ ile İstanbul Uniq Hall’daydı önceki gece.
Üzücü, salonun tamamı dolu değildi, sevindirici, çok gülen, eğlenen bir seyirci vardı. Olanca görkemi, deri eteği, topuklu çizmeleri ve kırmızı rujuyla çıktığı sahnede saldırgan olmadan provokatif nasıl olunur, din, cinsel kimlik ve roller, politika gibi
Korkunç bir görüntü sahiden. Bir alışveriş merkezinin güvenlik kontrol noktasında üç tane adam yaka paça sürükledikleri bir delikanlıyı dövüyorlar. Öyle ufak bir itişme falan değil, basbayağı tekme tokat. Adam tek, onlar üçü. Bir vatandaş cep telefonuyla çekmiş, NTV’de izliyoruz.
Sonra anlıyoruz ki dayak yiyen genç, AVM’nin güvenlik görevlisi. Hani görevi oranın güvenliğini sağlamak olan. Kapıya bir X-ray cihazı konuyor ya, çantanda silahtır, kesici - delici alettir, patlayıcı maddedir, bunlarla giremeyesin diye. Eğer geçerken cihaz öterse, güvenlik görevlisi seni durdurup üstünü arıyor. Bunu yapmakla mükellef, işi bu.
Beş yaş çocuğuna anlatır gibi anlatıyorum çünkü olanları nereden bakarsan bak, anlamak mümkün değil. Adam, her zamanki gibi işini yapmış, cihazın ötmesine neden olan üç kişiyi durdurup üzerlerindeki metalleri cihaza bırakarak tekrar geçmelerini istemiş. Üzerlerindeki ‘metaller’ silah.
İtiraz ediyorlar. “Biz” diyorlar, “polisiz”. Güvenlik görevlisi de o anda yapması gereken tek şeyi yapıyor, kimliklerini görmek istiyor. Göstermiyorlar. Israr ediyor, dövüyorlar. Olay bu. Yani özetlersek; birinci önceliği vatandaşın can güvenliği olması gereken polis, bunu
Hani ilkokul, bilemedin ortaokul çağında birinden hoşlanma belirtisi ‘saçını çekmek’tir ya... Sınıftaki yakışıklı oğlan size ne kadar kötü davranıyorsa, aslında o kadar beğeniyor demektir. Saç çekmek en belirgini, çelme takmak, su tabancasıyla ıslatmak da onu izleyenler.
Bunu tabii o zaman anlamazsın, “Ne istiyor bu çocuk benden?” diye üzülürsün, büyüyünce ayarsın. Neyse, zaten anlasan ne olacak, o sırada sen de ona omuz silkmekle, burun bükmekle, aslında hiç yanından ayrılmak istemediğin çocuğu “Git buradan, salak şey” diye kovalamakla meşgulsündür. Çocukluğun şanından işte, ne yapacağını bilmemekten, “Bir şey hissediyorum da teşhis edemiyorum, nedir bu başıma gelen tanımadığım şey?” diye debelenmekten.
Ve fakat bu sevdiğini tepme halinin o yaşlarda kalması gerektiğinde hemfikiriz, değil mi? Yetişkin olduğunda aşk karşındakini dövdükçe serpilip gelişen bir şey değil. Hal böyleyken neden dizilerimizde kızlar oğlanları, oğlanlar kızları itip kakıp duruyor?
Aynı döngü bütün romantik dizilerimizde mevcut
Geçen hafta tüm Türkiye gibi ‘Cesur ve Güzel’i izliyorum, bir kurtarma sahnesiyle başladı, dizinin Cesur’u Kıvanç Tatlıtuğ, ‘Güzel’i Tuba Büyüküstün’ü atıyla beraber aşağıya uçmaktan
Öyle sade, öyle su gibi anlatıyor ki, müthiş inandırıcı geliyor her söylediği. İnsanın hayal ve sebat ederse her şeyi başarabileceğine ikna ediyor karşısındakini. Hani herkes der, “İstersen yaparsın” diye ama onunki kadar sahici olmaz.
Önce 1957’de Adana’nın bir köyünde; adı Çelemli olsun, 10 kardeşin biri olarak dünyaya gelmiş olman gerekir. Kız çocuğu olarak üstelik. Adın Ümmiye.
Kızların bırak okula gitmeyi, sokağa çıkmasının bile hoş karşılanmadığı bir köy. Bir tek ev işi yapıyorlar baba evinde, zamanı gelince de koca evine terfi oluyorlar.
Günün birinde camiden bir anons yapılır. Her evden bir kız çocuğu ille okula gönderilecek, cezası var aksi halde ana babaya. On kardeş içinde bizim hikayemizin kahramanına çıkar piyango, yedi sekiz yaşında o sıralar, ilkokula başlar. Hayata değişecek değil ya, okuma yazmayı öğrenecek hiç değilse.
Ama sen hayatını değiştirmeyi aklına koymayagör, bazen bir kitap, bazen bir oyun suyun yönünü çeviriverir tersine. Öğretmeninin odasından almaya yolladığı kitap oluyor bizim kahramanımız için bu. Kapağında kırışık yüzlü, aynı anası gibi bir kadın. Sınıfa gidene kadar sayfaları karıştırır, kendisini o hikayenin içinde hayal eder, karakterlere sınıf
Bize niye gelsinler canım? Biz kimsenin etlisine sütlüsüne karışmıyoruz ki!”
“Bulaşmayacaksın, bulaştın mı kötü. Kendi halimizdeyiz biz.”
“Bizimki sessizdir zaten, kimseye ‘Kaşının altında gözün var’ demez. Evinden dairesine, dairesinden evine.”
Üç tane kadın, ellerinde örgüleri, çay sohbetindeler. Ama ne sohbet, birinin gümüşleri, ötekinin acem halıları, berikinin kürkü, başka konu yok. Bir de pek değerli etliye sütlüye bulaşmayan, uysal kocaları. Böyle tamamen kendi evleri kendi oturma odaları içinde geçen, kendi hayatları.
O sırada dışarıda kıyamet kopuyor, umurlarında değil. Arada sesler geliyor, korkup daha da tıkıyorlar kapıyı bacayı, aman dış dünya sızamasın evlerine. İnsanlar birbirini yiyormuş, onlara ne? Onlar mı dedi “Birbirinizi yiyin” diye?
Birileri acı çekerken mutlu olmak
Adalet Ağaoğlu, 1971 yılında yazmış tek perdelik oyunu ‘Kozalar’ı. Tiyatro Pangar alıp 2016 yılında sergiliyor, değiştirilecek tek bir kelime yok neredeyse. Gene dış dünyada kopan kıyametler, gene hayali düşmanlar, gene kendi kozasını örüp içine saklanırsa olan bitenin kendisine bulaşmayacağına inanan insanlar.
Pangar’ın prömiyerini Avignon’da yaparak yüzümüzü ağartan, şimdi de yolculuğuna İstanbul’da Zorl
Çok şükür, flaş haberden yana hiçbir sıkıntısı olmayan, her sabah yeni bir ‘son dakika’ bombasıyla gözünü açan güzel ülkem, bu sefer yalnız hissetmedi kendini. Bütün dünya ABD başkanlık seçim sonuçlarının şokuyla açtı gözünü 9 Kasım sabahına.
45. Başkan Donald Trump’ın sevmediği iki şey var; yabancılar ve kadınlar. Galiba ikincisi biraz daha fazla. Nitekim Independent gazetesi ilk haberi verdiği tweet’inde “Amerikalılar kadınlardan bu kadar mı nefret ediyormuş?” yorumunu yapmıştı. Başka açıklama bulamamışlar belli ki bu seçime.
Çünkü normal şartlarda, ne diyelim, başka bir dünyada sırf kadınlar hakkında on yıllardır sarf ettiği inciler Trump’ın oylarına engel olmalıydı.
Evlilik sözleşmesi imzalamayı reddeden kadınları hesapçı, karşılarındaki erkekleri enayi ilan eden o, hoşlanmadığı kadınları ‘şişman domuz’, ‘köpek’ ve benzeri sıfatlarla tanımlayan o, estetik anlayışını tanımlarken ‘bina’larla kadınları aynı kefeye koyan, bebeğini emzirmek için duruşmaya ara verilmesini isteyen avukatı ‘iğrenç’ bulan, seksi bir kız arkadaşa sahip olmanın faydalarını “Yanında genç ve güzel bir popo olduktan sonra medyada hakkında ne yazıldığı önemli değil” diye açıklayan, Arianna Huffington için