Bu yazıyı ‘Altın Koza’nın ardından yazacaktım aslında.
Öyle ya, açılışındaki gaflarla dolu sunumuyla ortalığı karıştırıp Uluslararası Fuar ve Kongre Merkezi’ndeki özensiz ödül töreniyle göz kamaştıran(!), hemen her dalda çifter çifter dağıtılan ve hak edene verilmeyen ödülleriyle tepki yaratan ‘Altın Koza’ için birkaç söz etmemek olmazdı.
Hele ki, “Bu filmleri kendileri jürilik yapsın diye çektiğimi zanneden gerzeklerden çok sıkıldım artık. Bundan sonra Türk festivallerinde yarışmak yok” diyen Zeki Demirkubuz ile “Edebiyatçı olamamış 50’lik tiplerin sinema yazarı olması var. Kişiselleşmiş bir zavallı saldırganlık ve kadınsı kıskançlık içindeler..." sözleriyle, oyunculuğun değerini rolün süresi ile ölçen sinema yazarlarına tepki gösteren ‘Gözetleme Kulesi’ filminin oyuncusu Laçin Ceylan festivallerle ilgili görüşlerimde ne denli haklı olduğumu ispatlamışken…
Lakin filmden ziyade ‘Belediye’ yarışlarına dönen festivallerden ‘Altın Portakal’ın da ağızlarda bırakacağı tadı beklemeyi tercih ettim.
İyi ki de beklemişim. Böylece bir yazıyla iki ‘altın’ vurmak mümkün oldu.
Festivaller Kime Yarar Sağlar?
Malum festivallerimizin, her yıl bir aksiyon yaratması adettendir.
Dola
Bir yandan beyazperdede, diğer yandan beyazcamda… Kenan İmirzalıoğlu’nun adalet dağıtıcılığı kol geziyor her tarafta.
Sert duruşu, gizemli kişiliğiyle geçmişin hak arayışına giren ‘Ezel’ olarak gönüllerde taht kuran Kenan İmirzalıoğlu, aynı zamana denk düşen iki yapımla yeniden karşımızda.
Biri, suçsuz yere idama yollanmaya çalışılan babasına adalet arayan Mahir Kara’nın zorlu mücadelesini anlatan ‘Karadayı’… Diğeri, Osman Sınav’ın Bulgaryalı Ali karakterinin istasyonlar arasında yaşanan nostaljik öyküsü, ‘Uzun Hikaye’…
Öyküler birbirinden farklı olsa da, buluşma noktaları; değişik performanslar sergileyen Kenan İmirzalıoğlu ve onun dikenli yollardaki adalet koşusu!
***
Ömrü, şehirden şehre göç ederek geçen Bulgaryalı Ali ve ailesinin yaşadıklarını, dönem dizisi tadında işleyen ‘Uzun Hikâye’, 1940’lardan 1970’lere uzanan bir süreci kapsamakta. Dedesiyle birlikte Bulgaristan’dan göç edip Eyüp’e yerleşen Ali’nin yazlık sinema sahibinin kızı Münire’ye sevdalanıp kaçırmasıyla başlayan yol öyküsü, demiryolu kıyısındaki yaşamlarda hak arayışına odaklı.
Kenan İmirzalıoğlu ve Tuğçe Kazaz’ın başrollerini paylaştığı film, söylem açısından cesur bir yapıya sahip. Taşranın
Gündemde pek çok sorun varken aşkla meşkle uğraşacak halimiz yok, diyorsanız çok yanılıyorsunuz. Niye mi? Cümle savaşların, huzursuzlukların baş sebebi aşkı, sevgiyi ve dolayısıyla hoşgörüyü bir yana atıp bencilleşen toplumlar da ondan. Toplumların temeli aile olduğuna göre mantığın sesi, aile içinde eşlerin sevgi ve paylaşımının öncelikli gerekliliğini fısıldamakta. Bu durumda ‘Aşk Yeniden’ demek kaçınılmaz oluyor.
Dahası; dizilerin, ‘bir erkeğe iki kadın’ felsefesiyle gelişen yapmacık aşklarından yakınıyorsanız… Reklam kokan magazinsel aşkların gündemi işgalinden bıktıysanız… Taht kaygısıyla yaşanan Harem halvetlerini izlemekten, kadın-erkek ilişkisindeki gerçekçi sıcaklığı kaçırdıysanız da sorun değil. İşte size hakiki anlamda birlikteliklerin nasıl sürdürüleceğinin, aşkın nasıl yeşertileceğinin keyifli bir yansıması…
Aynı evde iki kişilik yalnızlık yaşamamak için fedakârlıklarla sevgiyi diriltmek gerektiğini anlatan; Türkçeleştirilmiş ismiyle Türkan Şoray-Cihan Ünal ikilisinin herkesi aşka davet eden filmini anımsatan ‘Aşk Yeniden/Hope Springs’ tüm dertlerin ilacı gibi… Umut aşılayan bir yapım!
Her gün alarmın sesiyle sabahın yedisinde kalkış… Gözler gazeteye dikili,
Görünen köy kılavuz istemez. Daha yeni sezonun ilk bölümünden belliydi ‘Suskunlar’ın senaryosundaki iflas. Hatta bırakın ilk bölümü, fark yaratmak için öyküyle hiç ilgisi olmayan tuvaletli tanıtım dahi yeni sezonun ‘fos’luğuna delaletti.
Fanları kızacaktır ama çekim kalitesi ve oyunculuğu gayet başarılı olan ‘Suskunlar’, öyküde hazıra konmanın ötesinde hapishanedeki çocuk sahneleri üstüne yoğunlaşıp Ahmet Kaya şarkılarıyla prim yaptı. Başı sıkıştıkça da çocukluk anılarına dönüp izleyiciyi çekti.
Nereye kadar? Baklavadan sebeple düşülen hapiste yaşanan kötülüklerin intikamı alınana kadar… Bu intikam ateşi ilk sezonu kotardı. Ancak malzeme de tükendi.
Sonrası? Dizinin devamı için Gurur’un intikamı yaratıldı. Yaratılmasına yaratıldı ama hem fazlasıyla zorlanılarak, hem de cümle karakterler aptal konumuna sokularak.
Zorlamanın doğal getirisi, inandırıcılığı sıfırlayan mantıksızlıklar… Ve izleyici memnuniyetsizliğiyle gittikçe düşen reytingler!
Ahu’nun hafiyeliği, Ecevit’in avukatlığı…
Nisan’ın devreye sokulmasıyla tüm akli melekelerini yitiren ve ruh kurtarıcılığına soyunan Ecevit, ‘hanım köylü’ olmuş durumda. Nisan’ın tekne masalına sorgulamadan kandığı için,
Sayısız mantıksızlığa rağmen sevilen ve gerek Hazal Kaya, gerekse Çağatay Ulusoy fanatiklerinin beğenisini kazanan ‘Adını Feriha Koydum’ dizisinin uzatılmasındaki anlamsızlık daha önce de ele aldığımız bir konu.
Ne var ki, Fatih Aksoy’un geçen sezon final yapmayarak hayal kırıklığı yaşattığı dizi fanlarının ‘Emir’in Yolu’na ve sergilenen yersizliklere tepkisi dinmiyor. Hal böyle olunca, bize de onların kalemlerinden dökülenlerle ‘Emir’in Yolu’nu köşemize taşıyıp duygulara tercüman olmak düşüyor.
Dizi senaryosuna tepkilerin özünde, sergilenenlerle izleyicinin ‘aptal’ konumuna düşürülmesi yer almakta…
Fatih Bey’in ‘Ne yaparsam yapayım Çağatay’ın hayranları ve baklavaları sayesinde reytingleri kaparım’ düşüncesiyle hareket ettiğini öne sürüp ‘Dizide olup bitenler, vasat senaryo insanı aptal yerine koyuyormuş gibi hissettiriyor’ diyen Handan Karaca isimli izleyici, Feriha zamanında da bir sürü hataların olduğunu ama Hazal’la Çağatay sayesinde inandıkları aşkın, bunları görünmez kıldığını belirtmekte.
Boşa dememişler ‘Aşkın gözü kördür’ diye… İzleyicinin bile gözünü kör eden aşkın sihri bir kere bozulmaya görsün, ‘Emir’in Yolu’ndaki ufacık iğneler bile merteğe dönüşür!
***
‘Lale Devri’yle Cumartesilerin gözdesi olan FOX TV, dizi alanında varlığını her geçen gün biraz daha hissettirmekte. ‘Deniz Yıldızı’, ‘Yer Gök Aşk’ gibi beğeni toplayan yapımlarına bir yenisini ekleyen kanal, Gani Müjde’nin ‘Harem’iyle Pazar reytinglerine de göz dikmiş durumda.
Her ne kadar ‘Yalan Dünya’nın Açılay’ı Nihal Yalçın tarafından ‘Sorsan üç ay role hazırlandık derler’ twitiyle eleştirilse de ‘Harem’, oyunculuk kaygısından uzak, ince taşlamalara sahip izlenmesi hoş bir absürt komedi!
Zaten Gani Müjde’nin Tükenmez Kalem’inden damlayan eleştirilerle ‘Muhteşem Yüzyıl’ı tiye alan ‘Harem’in reytingleri de, eleştirilerin aksine, izleyicinin beğenisini tasdikler yönde.
‘Harem’in temeli ‘Kahpe Bizans’ın dili
İlk bölümüyle ‘Krem’i geride bırakan ‘Harem’de göze çarpanların başında, dili ve işlenişiyle ‘Kahpe Bizans’ benzerliği geliyor.
Gani Müjde, özellikle Mehmet Ali Erbil’in karakterine hemen hemen aynı esprileri yaptırmış. Ulan Bator rolünde düşmanlığa soyunan Erbil ve Mozaikli Valide Sultan Nurseli İdiz’in varlığı bu benzerliği perçinleyen olgulardan.
Konu bakımından da ‘Kahpe Bizans’ı hatırlatan dizide, yine abisinin tahtına göz dikip öldürtmeye çalışan kız
Sinan Çetin’den farklı bir savaş yorumu
Havva’nın elinden, yasak meyve elmayı yiyip gözü açılan Âdem’in oğulları, kötülüğü öylesine benimsemiş ki o gün bugündür Tanrı’nın armağanı hayatı, nihayetinde gidilecek yer olan toprak uğruna, gözünü kırpmadan cehenneme çevirir olmuş.
İster ‘Allah’ diyerek uzatsın ellerini semaya, ister ‘Tanrı’ desin kendini yaratana… İsterse de ‘My Lord’ veya ‘God’… Her milletten genç insanlar, tarih boyunca yaşlıların kurdukları savaş oyununda, piyon görevini üstlenip toprakları kanlarıyla sularken, onları nutuklarla motive edip birbirine kırdırtan şahlar, vezirler savaşın ganimetlerinden alabildiğine sürdürmüş faydalanmayı. Savaştan, anti savaş bir öykü çıkartan ‘Çanakkale Çocukları’ da vazife edinmiş bu gerçekleri yansıtmayı.
Dik mesajların gerçekçiliğiyle masalı buluşturmak
Cennet’ten kovulmaya sebep olup kötülüğün simgesi durumuna gelen ‘elma’ ile açılışını yapan ‘Çanakkale Çocukları’, savaşın gerçek yüzünü kabaca göstermeye çalışan ve baştan sona Sinan Çetin kokan bir yapım. Aslında aile fertlerinin rol aldığını düşünürsek, ‘Aile boyu Çetin’ bir film demek daha doğru olur.
Planlanma aşaması üç yıla yakın süren ve gerçekleşmesi imkânsız
Çetin’in özgünlüğüne uyumlu gala
‘Çanakkale Çocukları’nın sinemadaki basın daveti geldiğinde, ne yalan söyleyeyim şaşırmıştım doğrusu.
Sebep?
Savaş karşıtı görüşlerini Çanakkale gibi hassas bir konu üstünden dile getirip tutucu eleştirileri hiçe sayma ruhuna sahip Sinan Çetin’in, bu özgürlükteki yapımının galasını sinema salonuna hapsetmeyeceği konusundaki düşüncemdi.
Nitekim ikinci bildirim yanılmadığımın ispatı oldu. Sinan Çetin yine farkını fark ettirmişti. ‘Savaşa, savaşla dur deme’ hakkını, ‘Vatan-Millet-Sakarya’ üslubunun dışında işleyip, insan ve hayat kavramlarını en tepeye oturtan Çetin’in Plato Film’i, galayı Durusu Park’taki savaş alanında yapma kararı almıştı.
Hem açık hava sinemasının nostaljisini yaşatmak, hem de filmin çekildiği topraklardaki havayı teneffüs ettirmek için bundan daha doğru bir seçim olamazdı. Hayatının ilk yazlık sinema galasını, 60’lı yıllarda Ankara’da gören ve ‘Bir tane de burada yapalım’ diyen Çetin’e de bu yaraşırdı zaten.
Hayata odaklanan anti savaş filminin ‘en’leri…
Çanakkale’nin atmosferini aratmayan Durusu Park’a gittiğimizde, sinema salonu yerine buranın tercihinin ne kadar isabetli bir karar olduğunu daha iyi gözlemledim