Ekranlardaki sayılı talk show programlarına taş çıkartan ‘Bay Tahmin’, her telden çalmayı sürdürüyor. Püf noktalarını vermek, sağlık konusunda doğal tababette bulunmak yetmiyormuş gibi dizi tavsiyesine de başladı. Başladı, başlamasına ya dizi içeriğinden spora kanca atan yorumculukta benzetme yaparken garip övgüsüyle de dikkat çekti.
Yeni saç stiliyle yarattığı imajına bakıp bakıp eskiyi aradığım Murat Özarı, Radyo Spor’dan da dinlenen ‘Bay Tahmin’in ateşli yüzü olarak, bu konuda da coşkusunu alabildiğine sergiledi doğrusu.
***
Maçlardaki kararlarından dolayı hakemleri eleştiren yazarları yuhalayarak coşkusuna tavan yaptıran, Fikret Engin’in ‘Herkes yüzde yüz aynı görüşte olamaz’ ılımlılığına aldırmayan Özarı, hızını alamayıp hakemlerin önünü kesmek olarak gördüğü yorumları Kanal D’nin ‘Merhamet’ dizisiyle özdeşleştirdi.
Avrupa maçlarını yöneten hakemimizi hatalı bulup ‘İyi hakem değil’ diyen yazarları, dizide sınıf birincisi olan ve okumak için yanıp tutuşan Narin’i ders çalıştığı ve birinciliği hedeflediği için döven babanın dayakçılığıyla bir tutan Özarı, ‘Ben hakemimi yedirtmem’ mantığıyla kükredikçe kükredi.
Seçim meydanlarına çıkmış siyasetçileri çağrıştıran bu
Halkın yaşananlardan uzun yıllar sonra haberdar olduğu ‘Sarıkamış Harekâtı’, mevki egosunun tatmini uğruna pisipisine harcanan insanların tarihi dramı!
Bu dramı farklı bir yorumla sunan Alphan Eşeli’nin ve oyuncuların katılımıyla yapılan basın gösteriminde izlediğim ‘Eve Dönüş: Sarıkamış 1915’ filmi ise insanların eve dönüş umutları üstüne kurulu içeriğiyle, ‘Savaşsız savaş’ şeklinde niteleyeceğim bir yapım.
Savaşın kırıp geçtiği ortamda yaşam mücadelesini yansıttığı özüyle savaş karşıtı bir nitelik taşıyan yapım, amacını fazla söze gerek duymadan sanatsal bir dille gerçekleştirme yolunu tercih etmiş. Bunu da çoğunlukla güçlü görselliğin sayesinde başarmış.
Bu güçlü görsellikten maksimum düzeyde faydalanmak isteyen ‘Eve Dönüş: Sarıkamış 1915’ yapım hikâyesini de, önsözünü filmin senaryosuna bilgileri ve arşiviyle büyük katkıda bulunan Sarıkamış Dayanışma Grubu Kurucu Başkanı Prof. Dr. Bingür Sönmez’in yazdığı kitapla paylaşma yolunu seçmiş. Basım ve dağıtımı NTV Yayınları tarafından yapılan ve filmle aynı gün raflarda yerini alacak olan görsel ağırlıklı kitabın oluşum fikri, İstanbul 74’ün ortağı Demet Müftüoğlu Eşeli’ye ait.
Teknik ve yapım ekibinin filme dair
Gücü yeten yetene bir yalan dünyadayız ya… Televizyonun yalan dünyasında bir yerlerde tutunmak da işte o hesap. Kim baskın çıkarsa onun ekran ömrü garanti altında. Gövde gösterisinde çalım atamayanın kaderi de iki dudak arasında.
O gün senin, bu saat benim şamar oğlanına çevrilen ‘Kayıp Şehir’, bırakın yüksek reyting almayı, isterse ağzıyla kuş tutsun nafile…
Dizide Seher ve Daniel’ın aşklarını, kanal yönetiminin senaryoya karışmasıyla sonlandırmak durumunda kalan yönetmen Cevdet Mercan’ın terk-i dizi etmesinin ardından yıldızı yönetimle barışmayan dizi isyankârlığıyla mimlenmiş bir kere!
Amerikan yapımlarından devşirme yeni dizilerine yer açmak ve böylece ekranın en güçlüsü haline gelen Star’ı tahtından etmek isteyen Kanal D’ye de vesile olmuş… 26 bölüm olarak yapılan anlaşmanın uzatılmaması uygun bulunmuş. Diziyi başka kanala satma işi de suya düşünce, 18 Mart’ta ipinin çekilmesi kaçınılmaz olmuş.
Yazık ki ne yazık!
***
Aslına bakarsanız konusu, mantığı, oyunculuğu ve müziğiyle komple eli ayağı düzgün nadir yapımlardan olan ‘Kayıp Şehir’in, iddia edildiği gibi reytingi düşük filan da değil. Bir başka yazımda da belirttiğim gibi toplam izleyici grubunda ‘Yalan
Yabancı film açısından güzel yapımların buluştuğu bir haftadayız. Üstelik kalite bakımından birbiriyle yarışan filmlerde her zevke hitap edecek çeşitliliği de yakalamak mümkün. Gerçi televizyoncular artık sadece gişede umduğu başarıyı bulamamış yerlilerden başka, kısa süre önce vizyonda yer alan yabancı filmleri de ekrana çıkartıyorlar. Ama olsun. Sinema filminin sinemada izlenme keyfi bir başka.
Konuları ve türleri farklı olsa bile içeriklerindeki ‘suç ve ceza’ noktasında yolları kesişen ‘Sefiller’ ve ‘Suç Çetesi’ bu keyfi hissettiren iki yapım.
Suçluların cezalandırılmasındaki orantısızlığı iki ayrı koldan seyirciye yaşatan ve katı kuralların pençesinde rutinleşen insani değerler ile hukukun layıkıyla uygulanıp uygulanmadığını sorgulatan bu iki film, ülkelerin değişik olmasına ve olayların arasında yüz yılı aşkın zaman farkı bulunmasına rağmen adalet sisteminin çarpıklığında birbirine benzeşmekte.
***
1815 yılından olaya giren ‘Sefiller/Les Misérables’, herkesçe bilindiği üzere dünya klasikleri arasında önemli bir yere sahip olan Victor Hugo’nun eseri. 42 ülkede, 21 dilde, 60 milyon kişinin sahnede izlediği ve 27. yılında hâlâ her yerde gişe rekorları kıran bir oyunun
İçinde yaşadığımız dönemin gözde tabirlerinden olan ‘popüler kültür’ün gereklerini yerine getirmeyi bir borç bilen televizyon dünyası, bu uğurda ha bire yeni muhteşemlikler üretmekte. Argodan kavgaya, özel hayatı didiklemekten etek altını gözetlemeye ne kadar seviyesizlik varsa, kendilerine yer edinmek ve popüler olmanın avantajlarına kavuşmak isteyen ‘muhteşem yaratıklar’ tarafından kullanılmakta.
Kimi biplenmeyi hobi edinmiş konuklarının densizlikleri karşısında ciddi tavır takınmayı benimser… Kimi, bazı sözlerin çocukların şeysiyle oynayabileceği esprisiyle işi sulandırmayı! Kimileri de marifet saymış, havan dövücünün hınk deyicisi gibi destekçi tavır sergileyerek kızıştırdığı ortamda, horoz dövüşüne tutuşturduklarından reyting almayı. Sonuçta hemen hepsi de, popüler kültürün kölelerince alkışlanıp yüceltilir, fenomene dönüşür.
İyiyle kötü arasında seçim yapma durumunda özüne dönen ve ‘Dünyanın sorunu, akıllı insanlar şüpheler içindeyken, aptalların özgüvenle dolu olması’ diyen Bukowski’nin felsefesi doğrultusunda hareket eden bu ‘muhteşem yaratıklar’ şimdi ekranların dışında da karşımızda. Ama farklı bir biçimde!
***
Vodaphone destekli basın gösteriminde izlediğim
Toplumsal çarpıklıkları sahneden eleştirmekte gayet usta olan ve ciddi mizahıyla seyircinin sululuğa gerek duymadan nasıl güldürülebileceğini başarıyla örnekleyen Ferhan Şensoy, tek kişilik oyunu ‘Ferhangi Şeyler’ ile Türkiye’deki stand up tarzına esin kaynağı olmuş bir isim!
Benim gibi pek çok kişinin beğeniyle izlediği sanatçının ekranla arası pek olmadığından ne yazık ki, onun bu başarılı performansının tiyatro dışında geniş kitlelere ulaşması ancak sinema filmleriyle mümkün.
Ekran macerasını 1995’teki ‘Boşgezen ve Kalfası’ndan sonra sürdürmeyen, beyazperdede de en son ‘Son Ders: Aşk ve Üniversite’ filmindeki sosyalist akademisyen rolüyle görünen Ferhan Şensoy, uzun bir aradan sonra nihayet sinema seyircisinin karşısına yeniden çıkacak. Bunu da vatandaş dertlerine yönelik mesajların komediyle harmanlandığı bir yapımla gerçekleştirecek.
‘Artık masalların da denetlenmesi, teftiş edilmesinin zamanı geldi’ diyerek, sonu pek de güzel bitmeyen masalların dünyasında dolaşıp ‘ileri demokratik’ bir güldürü sergileyen ve ‘Böyle korkunç masallarla kimse eremez muradına, biz çıkalım klozetine... İyi uykular Türkiye…’ mesajıyla görmezden gelinen gerçekleri mimleme misyonunu ‘Masal
Aşkı işleme iddiasıyla yola çıkıp entrikalarla örülü aile(nasıl aileyse) ilişkilerine odaklanmak dizicilerin en geçer akçesi. Ne var ki, yapımları uzatmak adına sergilenen saçmalıklarla bunun bile içine edilmekte. Alın size ‘Lale Devri’ örneği. Bu diziyle ilgili yapılacak eleştiri o kadar çok ki, hepsini sıralamaya sayfalar yetmez. Son noktada akrabalık konusunda aklımıza takılan bir hatayla söze başlayalım.
1.5 saatlik özetin(nasıl özetse artık) ardından, aslında eskilerinden farklı olmayan sözüm ona yeni bölümü başlatan ‘Lale Devri’nde cümle akrabalık kavramları öylesine iç içe geçirildi ki, sonunda dizi kendi yarattığı çıkmazın içinde kayboldu. Lale’nin ölümünden sonra sarpa saran ilişkilerle ‘Kim, kimdir’e dönüp kafa karıştıran ‘Lale Devri’ bu çetrefilli durumunu yeni bir bilmeceyle katmerledi.
Bilmecenin çıkış nedeni, Yeşim’in gidişinden sonra konusunu geliştirmek için Azra’dan medet uman dizinin, bununla durumu kurtaramayacağını anlayarak yoktan var edilen baba ile çoluk çocuğa sarması!
***
Ayaküstü yaratılan karakterlerle dokusu tam anlamıyla delik deşik edilen ‘Lale Devri’, Show TV’de yayınlanmaya başladığında Zümrüt Hanım’ın üç çocuğu vardı… Ki bunlardan en
Bir ermiş bir gün rüyasında bir kelebek olduğunu görmüş… O kadar etkilenmiş ki, uyanınca kafası karışmış ve sorgulamış; ‘Rüyasında kelebek olduğunu gören ben miyim yoksa kelebek mi rüyasında ben olduğunu görüyor’ diye! Cevabı, meçhul bir sorgulama…
Yaşamı, gerçek dünyayı görmemizi engelleyen bir uyku olarak yansıtan ve bir gün hepimizin uyanıp hakiki yaşamı bulacağımızı anlatan ‘Matrix’teki felsefeyle aynı bakış açısını yakalayan bu ermiş gibi, Yılmaz Erdoğan imzalı ‘Kelebeğin Rüyası’nı gördükten sonra, benim de aklım karışmış durumda.
Ne yalan söyleyeyim, bugüne kadar tüm yerli yapımlara giderken ‘başarı ve kalite’ konusunda daima bir parça önyargılı olmuşumdur. Genelinde de haklı çıkmışımdır. Çünkü kimi, oyunculuğuyla falso vermiştir… Kimi, gereksiz yere dramatize edilmiş kurgusuyla. Daha olmadı kulaklara rahatsızlık veren ‘ses’ tekniği, yerli-yabancı farkını fazlasıyla hissettirmiştir. Kısacası, öyle veya böyle kusurlarıyla ‘Bu bir yerli filmdir’ dedirtmiştir izlediklerim. Bundan dolayı Yılmaz Erdoğan’ı, Mert Fırat ve Kıvanç Tatlıtuğ’la buluşturan ‘Kelebeğin Rüyası’nın basın gösterimine giderken de bir parça olumsuzluk beklentisi içindeydim.
Ancak Atilla Dorsay’ın ‘Cami