Yabancı film açısından güzel yapımların buluştuğu bir haftadayız. Üstelik kalite bakımından birbiriyle yarışan filmlerde her zevke hitap edecek çeşitliliği de yakalamak mümkün. Gerçi televizyoncular artık sadece gişede umduğu başarıyı bulamamış yerlilerden başka, kısa süre önce vizyonda yer alan yabancı filmleri de ekrana çıkartıyorlar. Ama olsun. Sinema filminin sinemada izlenme keyfi bir başka.
Konuları ve türleri farklı olsa bile içeriklerindeki ‘suç ve ceza’ noktasında yolları kesişen ‘Sefiller’ ve ‘Suç Çetesi’ bu keyfi hissettiren iki yapım.
Suçluların cezalandırılmasındaki orantısızlığı iki ayrı koldan seyirciye yaşatan ve katı kuralların pençesinde rutinleşen insani değerler ile hukukun layıkıyla uygulanıp uygulanmadığını sorgulatan bu iki film, ülkelerin değişik olmasına ve olayların arasında yüz yılı aşkın zaman farkı bulunmasına rağmen adalet sisteminin çarpıklığında birbirine benzeşmekte.
***
1815 yılından olaya giren ‘Sefiller/Les Misérables’, herkesçe bilindiği üzere dünya klasikleri arasında önemli bir yere sahip olan Victor Hugo’nun eseri. 42 ülkede, 21 dilde, 60 milyon kişinin sahnede izlediği ve 27. yılında hâlâ her yerde gişe rekorları kıran bir oyunun sinema uyarlaması olan film ise ‘Zoraki Kral’ın Oscar ödüllü yönetmeni Tom Hooper’ın başarısı… Brodway’de hayli sükse yapan bir eseri müzikal haliyle alıp sinemaya adapte eden Hooper, bu riskli sularda yol alırken seyirciyi ilk andan itibaren yapıma bağlamak için mahkûmlarca kızağa çekilmeye çalışılan bir kadırgadan faydalanma akılcılığını göstermiş.
Daima yere bakmak ve hep köle kalmak zorunda olan ‘suçlu’ damgalı insanların gemi tersanesindeki çalışma düzenini, zengin bir müzikalite ve dalgaların görkemiyle bağdaştırıp muhteşem görsellikteki bir sahneyle açılışını yapan Hooper, bu sayede seyirciyi de büyük beklentiye sokmayı başarıyor.
Kız kardeşinin hasta çocuğunu doyurmak için bir ekmek çalıp 19 yılını 24601 numaralı kürek mahkûmu olarak geçiren Jean Valjean’ın beden ve irade gücüyle gelişen ‘Sefiller’, suçunun kefaretini fazlasıyla ödemesine rağmen özgürken bile hala tehlikeli görülen, dövülen ve dışlanan bir adamın isyan noktasında kendisine uzatılan elin kıymetini bilmesi üzerine bir öykü… Hugh Jackman ve Russell Crowe’ı buluşturan bu öyküde öne çıkan isyan duygusu, insanların haksızlığının ötesinde bu haksızlığa göz yumduğu düşünülen Tanrı’nın zavallı kullarını terk edişi üstüne!
Yapılan kötülüğe iyilikle karşılık veren Piskopos’un hediye ettiği şamdanların ışığında aydınlanan ruhunu, haksızlıklarla savaşa ve yardımseverliğe adayan Jean Valjean’ın peşindeki takıntılı polis şefi Javert’le kovalamacasını ve evlat edindiği Cossette ile Marius’un ilişkisini kitaba nazaran oldukça dar bir çerçeveden işleyen ‘Sefiller’, devrim cumhuriyetinin sonunu yeni bir krallıkla getiren Fransa’daki öğrenci ayaklanmalarını öne çıkartmayı yeğlemiş.
Fransa halkının; Fransa Cumhurbaşkanı, İtalya Kralı ve General unvanlarıyla imparatorluk tacını giyen Napolyon’a karşı adım adım geliştirdiği özgürlük direnişini de başlangıçtaki gibi görkemli bir dille aktaran yapımda Tanrı’nın adaletine inanç başköşede!
Onur ve adalet arasındaki seçimde, onurdan yana tavır koyan ‘Sefiller’in, yetkililerin haksızlıklarıyla hayatları kararanların içine düşürüldüğü acizliği dramatik yansıtmalarla verirken bunu müzikal diyaloglarla gerçekleştirmesi, sinemasal özellikleri kısmen ikinci plana düşürmekte. Ancak yine de, o tarihlerde bile alt yapısını geliştirdiği gözlenen Paris’in dönem atmosferinde yol alan yapım, genelinde etkileyici.
Özellikle hemcinslerinin kıskançlığıyla iftiraya uğrayıp kızı Cossette uğruna kötü yola düşen fabrika işçisi Fantine’in yaşadığı adaletsizlik bu anlamda dikkate değer. Bu canlandırmayla Altın Küre’de ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’ seçilen Anne Hathaway, rolünün hakkını vermiş doğrusu. Sonuçta, konu ne kadar bildik olsa da müzikal tarzı ve kendine has uyarlamasıyla izlenmeye değer.
***
Altın Küre’de ‘En İyi Film’ olan ve Huge Jackman’a da ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü kazandıran ‘Sefiller’deki ağırlaştırılarak adaletsizleştirilmiş adalet sistemine karşın ‘Suç Çetesi’nde güçlü suçluların korkusuyla sulandırılan ve emniyet mekanizmasını işlevsizleştiren bir adaletsizlik sergilenmekte.
Saldırı ve cinayet tutkusuyla makarnacıların takdirini kazanan bir Yahudi… Hayat hikâyesi gerçeğe dayanan mafya lideri Mickey Cohen(Sean Penn)! 1949’da her erkeğin kendince bir etiket taşıdığı ve namını yürüttüğü Los Angeles’te, korku imparatorluğunu kurmaya soyunan bir suç kralı.
Gösterimi Amerika’daki şiddet olayından dolayı ertelenerek bugünlere sarkan ‘Suç Çetesi’nde, polis ve politikacıları kontrolü altına alarak şehri ensesinden yakalayan Cohen’in, kendini ve yöntemlerini ‘gelişim’ olarak görüp Chicago’daki babalara kafa tutması sistemi sorgulatan baş olgu! En büyük desteğini, eylemlerini kollayan adalet uygulayıcılardan alan bu adam ünlü olma heveslisi kızları fahişe kadrosuna katarken, hamile karısını bile düşünmeden kurtarıcılığa soyunan Teğmen John O’Mara (Josh Brolin) da bu sistemi bozmaya soyunan başkahraman olarak karşımızda.
Kanun uygulayıcısının yozlaştığı yerde kötüyü alt etmek için onun dilinden konuşmak gerektiğini düşünen Müdür ise bu karanlık tablonun aydınlığa çıkmasını sağlayacak yolu açan namuslu adaletçi.
Onun iyi Amerikalıların bu doğulu suç adamının peşine düşüp Los Angeles’i temiz tutmayı ‘vatan borcu’ saymasının ardından, tüm şehir su altındayken mayo giymek yerine eline kova almayı seçen O’Mara’nın önderliğinde oluşturulan ‘Suç Çetesi’, gangster filmlerinin ciddiyetini aynı tarz esprilerle süsleyerek hedefe doğru ilerlemekte.
Paul Lieberman’ın Gangster Squad romanına dayanılarak yazılan senaryonun Ruben Fleischer yönetimindeki sunumunda, kurt kılığındaki kuzu polislerin işlevsizliği kadar, kaslı adamları dengeleyen beyin sayesinde şimdilerde gündemden hiç düşmeyen ‘böcek’ olayının eski versiyonu da görülmekte.
Kayıtta var olmayan ‘Suç Çetesi’nin varlığında, tıpkı gangsterler gibi davranıp düzeni korumaya girişen emniyet teşkilatının gizli örgütlerinin gerekliliğini tartışmak da mümkün. Masumların hakkını aramak ve savunmak adına gerektiğinde onların da zarar görebileceği ortamların yaratılmasına sebep olan bu çözüm şekli ne derece kabul edilebilir?
Adaletin, yasal biçimde sağlanması hayalini taşıyanlar için kabul edilemez. Hele ki, bunların ortadan kaldırılmak istenenlerden daha da beter hale gelebileceği tehlikesi düşünülürse! Ancak ‘Suç Çetesi’ benzeri oluşumların o günlerden günümüze mevcudiyetlerini koruduklarına bakarsak(her ne kadar inkâr edilseler de) yönetimlerce fazlasıyla benimsenmiş olduğunu da görürüz. Tabi, ‘Suç Çetesi’ni kurtarıcı olarak sunanların söyleminde bu ayrıntı, kurgu belirsizliğinde kaybolmakta… Geriye, kişisel menfaatlerle yoldan çıkan ve kanunları rafa kaldıran siyasilerle hukuk adamlarının yarattıkları ‘suç canavarı’nın polis gözetimindeki uyuşturucu transferi kalmakta!
Gördüklerini kıyaslayıp zaten bilinen bir düzen üstünde kafa yormak da, sinemayı sadece bir seyirlik eğlence olarak algılamayıp mesajlarını yakalamaya çalışanlara düşmekte. Kurgulardan, gerçeklere iyi seyirler…
Anibal GÜLEROĞLU