Farkında mısınız, bilmem ama ‘sansür’ olayı son zamanlarda hızla yayılmakta. Vaktiyle fetvalarla, kanunlarla yapılan bu hak gaspı şimdilerde kimi zaman çaktırmadan, kimi zaman da türlü bahanelerle kamufle edilerek uygulanmakta.
Yunus Emre’den, Edip Cansever’e ünlü isimlerin değerli eserlerini ders kitaplarında sansürleyerek tahrif edenlerin icraatları ancak haber olup medyaya yansıdığında açığa çıkıyor. Ekranlardaki uygulamalar ise alenen gerçekleştiriliyor. Kör olmayan gözler tarafından görülüp tepki çektiğinde de mazeret hazır… ‘Teknik hata’ denip çıkılıyor işin içinden. Nasılsa ıssız meydanda elden gelen bir şey yok.
‘Kurbağayı hissettirmeden kaynatma’ mantığıyla sergilenen bu aymazlığın örnekleri saymakla bitmez…
Bazı konuşmalarını sansürleyerek yayınladığı ‘Aşk Tesadüfleri Sever’den dolayı Ömer Faruk Sorak’ın tepkisini çeken ATV... ‘Turist Ömer Boğa Güreşçisi’nde uygulanan dekolte buzlamayı, gelen tepkiler üstüne ‘Tamamıyla timecode ve montaj hatasına bağlı olarak gerçekleşmiştir’ diyerek geçiştiren TV 8… + 13 logosuyla saat 22.30’da yayınlanmaya başlayan ‘3.10 Yuma Treni’ adlı filmde kadın oyuncunun omzunu buzlayan TRT… ‘2+1’ adlı emlak programının sunucusu Hatice
Günümüzde çoğu kez enayilikle eşdeğer tutulan ‘kahramanlık’, tarihi öyküler söz konusu olduğunda bambaşka bir boyuta taşınmakta. İlk etapta imrenilecek bir olgu gibi duran ancak, acı ve özveri gerektirdiğinden, uygulama aşamasında çelişkiye düşüren bu eylem sonuçta dramatik bir kavram haline dönüşmekte.
Buna karşın kişisel bazda çoğu kez gizli kalan kahramanlık, savaş durumlarında destanlaştığından cazibesi de bir hayli fazla. Özellikle Birinci Dünya Savaşı esnasında ve sonrasındaki yaşanmış kahramanlıkları, duygusal kurgularla abartıp aktarmak son zamanların en popüler sinema modası!
Birbiri ardına gelen Çanakkale Savaşı filmleriyle yakın tarihi işleyen sinemacıların bir diğer malzemesi, yetişkin askerlerin tükendiği yerde devreye giren gönüllü çocukların yaptıkları kahramanlıklar… Fark yaratmak ve pek de bilinmeyen fedakârlıkları gündeme getirmek için iyi bir seçenek.
Milli Mücadele’nin dönüm noktasını simgeleyen Sakarya Meydan Savaşı’nda yaşananları ve 63 son sınıf öğrencisinin tamamının şehit olması nedeniyle o yıl mezun veremeyen Kayseri Lisesi öğrencilerinin öyküsünü anlatan Altan Dönmez imzalı ‘Taş Mektep’ filmi bunun vizyondaki örneği.
***
Senaryosu Hazan
Tutkuyla istenilene ulaşma beklentisinin dışavurumu, en basitinden ‘Ne zaman’ sorusuyla kendini gösterir. Özünde bilinmezin kaygısını taşıyan ve arzu edildiği gibi cevaplanmadığı takdirde beraberinde huzursuzluğu da getiren bu soru kimi zaman kişiyi komik durumlara düşürebileceği gibi romantik görünen ilişkilerin de içine limon sıkabilir. ‘Ne zaman ha… Ne zaman’ haykırışıyla elindeki bebek patiğini sallayıp arkadaşlarını bunaltan Didem’in evlilik ve çocuk özlemiyle açılışını yapan ‘Romantik Komedi 2: Bekârlığa Veda’da olduğu gibi!
Amerikan sinemasında benzerlerine sıkça rastladığımız bu kurguda, olayların tetikçisi ne zaman sorusuyla perçinlenen ‘kadın kıskançlığı’. Hollywood yapımları sayesinde artık iyice benimsenen bekârlığa veda partisini, kıskançlığın ve restleşmenin zemini olarak seçen yapımda, ilkinde olduğu gibi yine mekânlardan giyim-kuşama, yaşam tarzlarından söylem ve tavırlara buram buram küçük Amerika kokan bir atmosferle karşı karşıyayız.
Bu abartılı atmosferde arkadaşları arasında tek bekâr kadın olmanın sıkıntısını yaşayan Didem’in evlilik saplantısına odaklanıp kadın-erkek ilişkilerindeki temel konulara sopasını indiren ‘Romantik Komedi 2: Bekârlığa Veda’,
Taklit etme kolaycılığı bir kere başlamaya görsün, salgın hastalık gibi önünün alınması kolay kolay mümkün olmaz. Bu kötü alışkanlık, özgün yapıtlar ortaya çıkaramayanlar sayesinde de ne yazık ki hızla yayılır. En büyük sakıncası, giderek kalitesizleşen taklitlerin orijinallerini yıpratır hale gelmesidir… Ki dizi sektörümüzde hâlihazırda yaşanan durum tam da bu şekilde!
Mevcut örneğimiz, ATV’nin yeni dizisi ‘Bizim Okul’… Hani, Zeki Alasya’nın ‘Hababam Sınıfı’na benzetilmekten gurur duyacaklarını söylediği yapım.
Aslında ‘Bizim Okul’ için sadece ‘Hababam Sınıfı’ benzetmesi yapmak hata olur. Çünkü 1957 yılında Dolmuş Dergisi’nde dizi olarak başlayıp daha sonra romanlaştırılan Rıfat Ilgaz ürünü ‘Hababam Sınıfı’ndan ziyade ‘Akasya Durağı’nın,‘Hababam’laştırılmış hali! Ayrıca ‘Hayat Bilgisi’ ve ‘Pis Yedili’ gibi okul dizilerinden de izler taşımakta. Hem de laçkalaştırılmış ve eğitim sistemini rencide edici biçimde.
Sanırsınız ‘Akasya Durağı’nın şoför kadrosu ve efradı, durakları kapanınca farklı iş kapısı aramışlar da kapağı ‘Bizim Okul’a atmışlar… Kapağı atmışlar atmasına ya, ‘Bizim Okul’un başkalarının arsasına kurulan derme çatma gecekondu gibi bir yapıya sahip olduğunu ve
Televizyon ve sinema yapımlarını propaganda aracı olarak kullanmayı çok iyi bilen Amerika, hemen hemen tüm yapımlarını bu doğrultuda hazırlamakta. ABD’nin patlamamış bomba imha ekibi EOD’nin Irak Savaşı’ndaki hikâyesine odaklanıp Amerikan Ordusu’nun kurtarıcı istilasını haklı bir zemine oturtmayı hedefleyen ve içeriğiyle fazlaca milliyetçi bulunup eleştirilen ‘The Hurt Locker/Ölümcül Tuzak’ filmi bu anlamda zirve yapmıştı. Nitekim bu özelliği ona 82. Oscar Ödülleri’nde en iyi film, yönetmen ve özgün senaryo dâhil olmak üzere altı dalda birincilik getirmişti.
Anlaşılan Kathryn Bigelow ve Mark Boal, milliyetçilik propagandasının verimliliğini bir kez daha yaşamak istemişler ki, ‘Zero Dark Thirty’ filmini yaratmışlar. Ancak bu kez malzeme savaş değil, yakalanıp öldürüldüğü ilan edilen Usame Bin Ladin…
Fazlasıyla soru işareti içeren ve bana göre hiç inandırıcı olmayan Ladin’in öldürülüş sürecini CIA ajanlarının takip aşamasında ele alan yapımda, seyirciye dikte edilmeye çalışılan Amerika’nın Guantanamo ve benzeri sorgulama kamplarının gerekliliği! Tabi buralardaki insanlık dışı işkencelerin ve aşağılamaların da…
***
Gerçek olayların ilk elden anlatımlarına dayanan ‘Zero
‘Günah, yasak olduğu için acı vermez, acı verici olduğu için yasaktır’ demiş Goethe… Nedir günah? Machiavelli’nin iddia ettiği gibi bedenen değil de iradeyle işlenen bir olgu mu? Tanrı’nın sınırlarını göz ardı etmek mi? Yoksa topluma ve dolayısıyla vicdanımıza ters düşecek eylemlerde bulunmak mı?
Tanımı her ne olursa olsun günah kavramı, çağlar boyu kişilerin yaşamlarında rol oynayan aşk ve çaresizlikle iç içe geçen bir olgu. Aşk, çeşitli kaygıların da yönlendirmesiyle yaşanan bir duygu. Çaresizlik ise insanları sevdiklerinden ayıran, mutsuzluğa iten ve tercihlerini yönlendiren en büyük etken.
Günahları 464 maddelik bir listede toplayıp ‘Bütün günahlarını itiraf etmezsen Tanrı gözünde iki misli suçlu olursun’ diyen ‘Tepelerin Ardında/ Dupa Dealuri/ Beyond the Hills’, tüm bu kavramlara, Voichita (Cosmina Stratan) ve Alina'nın (Cristina Flutur) arasındaki lezbiyen ilişkiye odaklı konusuyla, bir bakış açısı getirmekte.
Necip Fazıl’ın ‘Sana şahdamarından daha yakın Allah; Günah mı dedin, O'ndan uzağa düşmek günah’ mısralarıyla özetlediği inanç ve günah, Cristian Mungiu’nun yönetmenliğindeki ‘Tepelerin Ardında’ filminde Romanya’daki bir Ortodoks Manastırı’nda iki kadının sıra
Cesaret nedir? Yüreklilik, yapılamayanı yapmak, özgüven ve daha pek çok açıklama getirmek mümkün cesareti tanımlarken. Nasıl ki, insanların içinde gizli kalan dürtüler farklı ise cesaretin de tarifi çeşitli şekillerde yapılabilir. Ancak, arkasındaki motivasyon her ne olursa olsun ülkemizde en büyük cesaret, göründüğü halde görmezden gelinen gerçekleri dillendirebilmek! Hele ki ucunda getirisi, ödülü olan alanlarda…
Coşkun Sabah ve Zeki Demirkubuz, son günlerde TV ekranında bu özelliği sergileyen iki isim. Ferdi Özbeğen’in cenazesinden sonra medyayı ve sanat dünyasını eleştiren Sabah, ‘Allahaşkına Hülya Avşar'ın nesi var ki? Her gün medyada olmasa, medyanın ilgi odağı olmasa nedir yani Hülya Avşar?’ diyerek nice vasıflarına rağmen isimleri öne çıkmayanlarla ilgili gerçekleri dile getirmiş, magazin haberlerinin çoğunun düzmece olduğuna, erkek sanatçıların sistem içinde öğütüldüğüne ve medyanın aklı başında işlere ilgi duymamasına değinmişti.
Onun bu cesaretinin yankısı düzmece düzenin içinde kısa süreliğine yankılanıp yok olurken bu kez yine bir TV programından Zeki Demirkubuz’un sesi yükseldi.
***
Dizi çarklarının kuklası olmayı reddeden Demirkubuz, festivallerde ‘uslu
TRT’nin tek tabanca olduğu günlerde ufak ufak kıpırdanmaya başlayan ‘dizicilik’, özel kanalların artmasıyla aldı başını gitti. Bunun sonucunda da doğal olarak yabancı dizilerin pabucu dama atıldı, yerli yapım fırtınası esmeye başladı.
Buraya kadar her şey iyi güzel. Hatta, yurt dışı dediğimiz Doğu Bloku ve Arap ülkelerine gerçekleştirilen satışlar da düşünülecek olursa güzelin ötesinde göğsümüzü kabartacak bir gurur!
Eee, öyleyse sorun ne? Sorun, cicim günlerini geride bıraktığı ayan beyan gözlenen dizi sektörümüzün her geçen gün biraz daha yoldan çıkışı. İçten içe bir kargaşadır gidiyor. Birbirini tutmayan reyting ölçümlerinin yarattığı sıralama çelişkisi de ayrı bir konu.
***
Sezonu bile tamamlayamadan kaldırılan yapımları geçtim, beğeniyle izlenmesine karşın sonlandırılanlara ne demeli?
Misal, yeni yayın döneminde hangi diziyi hangi güne koyacağına bir türlü karar veremeyen Kanal D’nin, Tolga Karel’i de bünyesine katarak kendini geliştirileceği düşünülürken, finale yolladığı ANS Prodüksiyon yapımı ‘Kanıt’! Sezona da problemlerle başlatılan dizi, o gün senin bu saat benim sürgün muamelesi gördükten sonra 100’üncü bölümünde final yaptı. Neden? Rivayet odur ki,