Bizim sinema, özellikle de dizi sektöründe bir konu tutmaya görsün. Hemen seri üretime geçilir. Bir zamanlar töre möre modaydı. Ağaların şefkatlisi-azılısı, hanım ağaların vicdanlısı-vicdansızı, bol ağıtlarla yaşanan aşkların en ağdalısı doldurmuştu ortalığı. Karakter isimleri ve mekân değişimiyle hemen hemen aynı konular bozuk plak gibi veryansın ediliyordu.
İşte birbirini taklitte sakınca görmeyenlerin dünyasında şimdinin modası da, gençlik dizileri! Bunların en önemli ortak özelliği, mutlak surette zengin okul ortamlarını yansıtmaları… Ama ne ortam!
***
Eli ayağı düzgün bir senaryo ortaya koyamayarak kısa sürede ekrandan çekilen ‘Bizim Okul’ dışında devlet okuluna rastlanmayan gençlik dizilerindeki ‘özel okul’ merakını anlayabilene aşk olsun. Hadi bu merakı, sponsorluk vs. gibi zorunluluklardan dolayı bir yana bırakalım… Peki ya bunların içindeki eğitim ortamına ve öğrencilerin tavırlarına ne demeli?
Rıfat Ilgaz’ın ‘Hababam Sınıfı’ndaki hababamvari şakaların şenliğine ve televizyonda okullu öykü sevdasına önderlik eden ‘Hayat Bilgisi’nin nasihatçi söylemine ortam olan mütevazı okul canlandırmalarının günümüz yapımlarında hayli gerilerde kaldığı aşikâr!
Gençliğe
1899 ve 1907 yılında yapılan La Haye Barış Konferanslarında görüşülen ancak günümüze değin dişe dokunur net bir sonuç alınamayan ‘silahsızlanma’, insanlığın ciddiyetle üstünde durması gereken bir konu.
Öte yandan silahsızlanma çabaları sürdürülürken, silah lobilerinin desteğiyle devreye sokulan Ortadoğu’yu ve Müslüman ülkeleri kızıştırma oyunlarının, ortaya birbirine taban tabana zıt bir durum çıkartmanın dışında dünya barışını tehlikeye soktuğu da bir gerçek.
Teknoloji ve silahlar geliştikçe artan tehlikede, ortamı geren senaryoların başını ABD’ye karşı girişilecek tehdit hareketlerinin çekmesi özellikle önemli. Zira megalomanlığın şizofreniyle buluştuğu bir dünya algılamasını, ceplerini doldurmak için fırsat bilen silah lobileri, bunlar sayesinde daha rahat varlık gösteriyor. Kendilerinden beklendiği gibi, komplo teorileriyle nabzı yükselterek yönetim kademelerini etkileyip düzenlerini korumaya çalışıyor. Böylece ‘silahsızlanma’ çabaları da doğal olarak havada kalıyor.
***
Konvansiyonel kuvvet indiriminde yaşanan bu zorluklara karşın tahrip gücüyle yerellikten sıyrılan nükleer silahların kontrolüyse daha kolay! Özellikle Amerika, Rusya, Çin, İngiltere gibi büyük
Bazen ‘Sosyal medya olmadığı zaman insanların haber hali niceymiş’ diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Hele şu Twitter denen olay… Büyük kolaylık. Siyasi atışmaları, fikir dayanışmalarını geçtim en büyük rahatlığı magazin ve televizyon haberciliğine. Baksanıza kimin kimle neler kaynattığı dedikodularını aşan sosyal iletişim, neredeyse günlük yaşamımızın bir parçası haline gelen dizi karakterlerinin sirkülâsyonunu da ilk ağızdan anında aktarıyor. Tabi bir de Instagram denen hazret var.
Ölümüyle, hayranlarını hüzne boğan Gamze Özçelik’in, Instagram’dan yaptığı ‘Sizlere bu şekilde veda etmek istemezdim ama…’ şeklindeki açıklamayla, yedi yıllık maceranın noktalanışında topu senaryoya atıp Zeynep karakterinin ölümüne duyduğu üzüntüyü dile getirişi, Instagram paylaşımını modern bir yaşamın olmazsa olmazı sayanlarca dakikasında işitilmişti.
‘Yalan Dünya’dan ayrılışını ‘Bu geceki sezon finali, benim finalimdi’ diyerek duyuran Nihal Yalçın’ın ardından ‘Pis Yedili’nin babası Gani Müjde de Can karakterini oynayan Uraz Kaygılaroğlu’nun diziden ayrılışını Twitter yoluyla ilan etti. Sonrasında da dizinin başrol oyuncusu Kadir Doğulu’nun Bayrampaşalılıktan feragat ettiğini yine bu yolla
Dünyada yaşananların ve gelecekle ilgili hayallerin yansıması olan sinema sanatında apayrı bir yeri bulunan western ürünleri, kuşkusuz her sinemaseverin anılarında özel bir örnekle unutulmazdır. Benim içinse at üstünde kanyonları turlayan kovboyların, oklarıyla attıklarını vuran Kızılderililerin ve her kasabanın girişinde mutlaka yerlerde yuvarlanan çalı topaklarının apayrı bir değeri vardır.
Müzik kalitesi konusunda birbirleriyle yarışarak gönlümde taht kuran tüm western’lerde, sinema bilincine eriştiğim andan itibaren, altın peşinde koşan beyazlara karşın sürekli kötü taraf olarak gösterilmeye çalışılan Kızılderililerin uğradıkları haksızlıkları sorguladığımdan, bu tür filmleri beyazların kötülük sembolü olarak görmüşümdür. Nitekim ‘Son Mohikan’ın masalsı dilini ya da ‘Geronimo’nun günah çıkartıcılığını saymazsak, ilk örneklerden itibaren hemen hepsinde sergilenenler bu görüşümün haklılığını ispatlar niteliktedir.
***
Vahşi Batı’nın tarihini epik bir dille anlatmak üzere 20’li yıllarda seriler halinde ortaya çıkan western’ler o dönemin toplumsal değer yargılarına uygun kahramanlar yaratırken geçmişin tarihsel gerçeklerini de kendilerince yorumluyorlardı. Bunların
Ekranlar için kullanılan ‘yaz sezonu’ sürecine oldum olası takılmışımdır. Ne demek ‘yaz sezonu’? Ne farkı var normal sezondan? Diziyse, dizi… Yarışmaysa, yarışma… Haberler zaten demirbaş. Öyleyse nedir bu ‘yaz sezonu’ ruhunun özelliği?
Kimine göre yaz sezonu, eğlenceyi gerektirir… Sanki kışın eğlenilmiyormuş gibi! Kimine göreyse ekrandaki dişe dokunur yapımların tatili demektir… Ki, işte ‘yaz sezonu’ ruhunu asıl ortaya çıkartan da ekranda belli bir doyuma ulaşmış yapımların ekibine nefes alma süreci yaratan ve yeni yapımların kendini göstermesine fırsat tanıyan bu tatil durumudur.
Yeni sezonun uzun soluklu temposunda ve yüksek meblağlı piyasasında yer alamayan ürünler, daha kanaatkâr davranıp yazın ortaya çıkarlar. Yani bu sürecin baş özelliği, kışın ekrana gelen ‘ana’ yapımların yerini, varlık ispatı için varını yoğunu ortaya döken ‘deneme’liklere bırakmış olmasıdır!
***
Denemelik deyince, sakın bunların kalitesiz yapımlar olduğunu kast ettiğimiz sanılmasın. Aksine aralarında yeni sezondakilere taş çıkartan türden olanlar mutlak vardır. Öte yandan ‘denemelik’ şeklinde adlandırdığım bu yapımların işi de daha zordur.
Hani kimsenin desteğine güvenmeden iş arayışında
Dört bir yanında siyasal keşmekeşin, doğa katliamının ve her türden yozlaşmanın hâkim olduğu dünyamızın bozulan dengelerle yaşanmaz hale gelmesi, kaçınılmaz sonu gittikçe yakınlaştırıyor.
Bu gerçeği gören yapımcıların çalışmalarının içerikleri de aynı doğrultuda. Vizyonlara çıkan son ürünler hep yaşanamaz hale getirilmiş bir dünyanın sonrasındaki sürece dair.
Kimisi tek kopyayla Beyoğlu Sineması’nda gösterime giren ‘Baldan Acı’ filminde olduğu gibi, tarım ilâçları, antibiyotikler, tek tip tarım ile kovanların taşınması nedeniyle yorgun düşen kraliçe arı ve işçilerin gerçeğini gözler önüne sermeyi tercih etmekte. Böylece dünyanın doğal dengesini sağlayan mucizevî balarısının neslinin tükenmek üzere olduğunu göstermeyi hedefleyerek kötü gidişata dikkat çekmek için çabalamakta.
Kimisi de, ‘Dünya: Yeni Bir Başlangıç/After Earth’ filmi gibi elbirliğiyle Dünya’yı yaşanmaz kılan insanların yeniden kurdukları düzende karşılaştıkları güçlükleri ortaya koyup, Dünya’nın insanlar için ‘yasak bölge’ye dönüşümünü işlemekte.
***
‘Son Hava Bükücü’nün yarattığı doyumsuzlukla akıllarda pek de iyi olmayan bir iz bırakan M. Night Shyamalan bu kez Dünya’dan sonraki Dünya’yı anlatan bir
Hani her fırsatta didiklediğimiz, mantık hatalarını cımbızla bulup ortaya çıkartmaya çalıştığımız, oyuncusunun yeteneğinden, konusunun etikliğine lime lime doğradığımız diziler var ya…
Meğer biz onların kıymetini şimdiye dek hiç bilmemişiz. Aralarında severek izlediklerimiz, kaçırmadan takip ettiklerimiz olsa dahi en büyük fonksiyonlarının farkına yeterince varamamışız.
Meğer ‘Muhteşem Yüzyıl’ından ‘Karadayı’sına, ‘Harem’inden ‘Lale Devri’ne, ‘Karagül’ünden ‘Umutsuz Ev Kadınları’na ne kadar dizi varsa ekranda müthiş etkiliymiş ruh sağlığımıza.
Meğer tekrarlarıyla birlikte üç saate yakın süren ve yemek sonrasından yatağa girene kadar bizleri meşgul eden diziler ne büyük bir görev yerine getiriyorlarmış da biz kadir kıymet bilememişiz.
Bu gerçeği, 29 Mayıs’tan bu yana yakalandığımız Gezi sendromu nedeniyle ister istemez dizilerden koptuğumuz süreçte çok net anladım.
***
Biberine, suyuna dalan ekranlardaki ‘savaş haberciliği’ temposuyla aktarılanları izlerken yaşanan yürek çarpıntısı… Kimin neyi paylaşamadığına kafa yorarken meydana çıkan gerilim… Meydanlara toplananların ardından TBMM salonlarına taşınan ve bana sit-com dizilerindeki alkış ve gülme efektlerini
Evinizin mutlu aile ortamındaki sıcacık yatağınızda güne merhaba dediniz. Kahvaltıyla günlük rutin arasının vazgeçilmez alışkanlığı olan televizyon kanallarındaki sörfünüzde, muhteşem bir sabahı müjdeleyen spikerin kuş gribine dair kesinleşmiş duyurusundan yunusların karaya vurma nedenlerini sorgulayan çevrecilere, kuduz vakalarından Dünya Sağlık Örgütü’nün devreye girişine güncel haberler arasında gidip geldiniz. Aile arası konuşmaların gölgesinde kalan ‘Hayal dünyasında yaşayanlar geçeceğini söylese de virüs yayılıyor’ ayrıntısınıysa hiç önemsemediniz. Bu tabloda aklınıza gelir mi hiç, ilerleyen saatlerde bilinmeyen bir virüsün sebep olacağı dünya savaşının içinde çırpınacağınız?
Aslında biyolojik deneylerin hızla arttığı, hükümetlerin silah tüccarlarıyla büyük şirketlerin kuklasına dönüştüğü ve kapalı kapılar ardında ne gibi dolaplar çevrildiğinden kimsenin haberdar olmadığı bir dünyada gelmesi gerekse de, hemen hiç kimse böyle bir kaygı içinde güne başlamaz.
Nitekim senaryosu, Matthew Michael Carnahan tarafından Max Brooks’un romanından uyarlanan ‘Dünya Savaşı Z/World War Z’deki Birleşmiş Milletler görevlisi Gerry Lane ve ailesi de Philadelphia caddelerindeki sıkışık