Yeni sezona girerken birbirleriyle amansız bir yarışa koyulan kanallar, rakipleriyle olduğu kadar kendi dizileri arasında da yarış başlattı. Dizinin kalitesi veya oyunculuğuyla bu aşamada işimiz yok. Meselemiz, bu amansız yarışta birileri lehine yaratılan avantaj halleri…
Bu doğrultuda aynı kanalın bazı dizileri öne çıkartılırken bazılarının vasat bir sunumla izleyiciye tanıtılarak bariz bir ayrımcılık sergilenmesi bana göre hiç de adil değil.
Haksız rekabete neden olan bu kayırmacılıkta başı çeken Kanal D’nin azami özen gösterdiği ‘Kayıp’ dizisi.
Kadrosundaki isimlerle avantaj sağlamakla yetinmeyip ön gösterim yeniliğine imza atma yolunu seçen, üstelik de dizi tanıtımındaki bu ayrıcalığı Ağustos ayının en çok izlenen yapımı olmayı başaran ‘Güneşi Beklerken’in arasına yaklaşık 14 dakikalık adaptasyonla gerçekleştiren ‘Kayıp’, bu uygulamayla hem ekranlarımızda yeni bir moda yarattı, hem de merakları misliyle tetikleyip ön izleyici avantajına geçti.
İyi, hoş… Böyle bir yeniliğe elbette ki bizim ekranların da ihtiyacı var. Üstelik durumdan haberdar olmayanlar için sanki dizi içinde dizi başlamışçasına verilen ön gösterim büyük bir sürpriz yaratıp hatırı sayılır bir reyting
Kendine özgü akışıyla diğer festivallerden farklı bir görünüm sergileyerek noktalanan ‘2. Uluslararası Van Gölü Film Festivali’, film ödüllerinin yanı sıra Türkiye’deki sinema profilinin çizildiği bir söyleşiye de ev sahipliği yaptı.
İran Sineması’ndan Muharrem Zeynelzade, ‘İz/Reç’ filmiyle çeşitli ödüller alan Tayfur Aydın, yönetmenliği ve yazarlığıyla tanınan Korkut Akın, gazeteciliğinin yanı sıra kısa metrajla sinemaya da atılıp belgesel çeken Ömer Leventoğlu ve festivalin sinema filmleri jürisinde yer alan Thomas Barkhenol’un konuşmacı olduğu söyleşi Korkut Akın’ın moderatörlüğünde gerçekleşti.
Sinemayla ve onun toplumdaki yeriyle ilgilenen katılımcıların bulunduğu söyleşiyi, ‘Sinema, söylenecek sözü olanların işidir’ diyerek başlatan Korkut Akın, ilk sözü Tayfur Aydın’a verdi.
‘Bağımsız sinema’ üstüne düşüncelerin anlatıldığı söyleşide Aydın, dünya kriterlerine göre değerlendirildiğinde Türkiye’deki filmlerin bağımsızlığı üstüne görüşlerini paylaştı. Bu konunun pek çok kez tartışıldığına dikkat çeken Aydın, bir yapımcıya bağlı olunduğu sürece bağımsız sinemadan söz etmenin en temel imkânsızlığına değindi.
Bir filmde senaryodan başlayıp her aşamada kısıntıya
Bu yıl ikinci kez halkla buluşan Uluslararası Van Film Festivali, geçen yıl kendi imkânlarıyla çıktığı yolda ufak adımlarla da olsa ilerleyerek ödüllerini dağıttı.
Kadir İnanır ve Reis Çelik’in ‘Onur Ödülü’ aldıkları kapanış törenini Van Elit Hotel’de gerçekleştiren festivalin sunucusu Sema Öztürk idi.
Oğuz Bager Oktay’ın konuşmasıyla başlayan kapanışta, Vanlıların yoğun ilgisiyle karşılaşan Kadir İnanır’ın da etkili mesajları oldu.
Festivallerde aksaklıklar yaşanabileceğine, bunların da zaman içinde alınacak destekler ve planlı çalışmalarla giderilebileceğine işaret eden İnanır, ‘Burada aslolan sizlerle kucaklaşmak, Van halkının dertlerini paylaşmak, kardeşliği ve özgürlüğü şiar ederek yaşamanın gerekliliğine dikkat çekmek’ dedi.
Filmlerle ilgili bir organizasyon yapıldığında nerede olursa olsun katılmaya çalıştıklarını, ellerinden geleni yaptıklarını söyleyen İnanır, ‘Bu tür organizasyonlar büyük deneyim gerektiriyor. İşin bir de maddi yönü var. Bu aksaklıklar giderilmeden yola çıkılınca ilerlemek yerine, gerilenir’ saptamasıyla, festival düzenlemek isteyen herkese Van’dan ders mahiyetinde öğütlerde bulundu.
Bu festivalin uzun yıllar sürmesi için yerel yönetimle
Tıpkı okullarımızın tatil dönemi gibi televizyon sezonunda da yabancılardan farklılık gösteren ülkemizde Eylül ayı, ekranlarda yeni dizilerin başlangıcı, beyazperdedeyse yaz rehavetine yatan yerlilerimizin ortaya çıkması demek. Neler var mesela sinemada, kısaca değinelim.
Mahsun Kırmızıgül ‘Mucize’sini yaratmak için starını arayadursun, bi dolu yerli film ya vizyona girmeyi ya da çekimlerinin başlamasını bekliyor.
Sezonun merakla beklenenlerinden olan ‘Meryem’, Cemal Hünallı ve gözyaşılı ‘Günce’, Tuna Kiremitçi’nin romanından uyarlanan Engin Altan Düzyatanlı ‘Bu İşte Bir Yalnızlık Var’, aksiyonuyla iddialı ‘Ölü ya da Diri’ ilk etapta akla gelenlerden.
Beren Saat ve Uğur Yücelli ‘Benim Dünyam’, Özcan Deniz’den ‘Ateş ve Su’, Melisa Sözen’in de yer aldığı Nuri Bilge Ceylan yönetimindeki ‘Kış Uykusu’, Ay Yapım’dan ‘Bir Küçük Eylül Meselesi’ gibi filmler de, çekim aşamasındaki yapımlardan birkaçı.
Aralarında ‘Gulyabani’, ‘El Mazar’ gibi korku türünün temsilcilerinin de bulunduğu vizyonda komedi cephesi üç aşağı beş yukarı devam filmlerine teslim. ‘Eyvah Eyvah 3’, ‘Hükümet Kadın 2’, ‘Çalgı Çengi 2’, ‘Romantik Komedi 3’… Buna ilaveten ‘Patron Mutlu Son İstiyor’, ‘1 Erkek, 1
İlki, geçtiğimiz yılın sonunda düzenlenen Uluslararası Van Gölü Film Festivali, bu yıl çok daha kapsamlı ve zengin bir organizasyonla karşımızda.
Van halkına ve konuklara sanatla dolu bir hafta geçirtmeyi hedefleyen festivalin en büyük sürprizleri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Cengiz Andiç Salonu’ndaki açılışta yaşandı.
Jüri başkanlığını üstlenen Vecdi Sayar’ın konuşmasıyla yapılan açılışın aynı zamanda 1 Eylül Dünya Barış Günü’yle denk gelmesi, festivale ayrı bir değer kazandırdı.
‘Bir işin oturtulması kolay değil. Bunun için yerel yönetimlerin de desteği gerek’ diyerek söze başlayan Vecdi Sayar’ın yerel halkın da bu konuda katılımla destek vermesi yönündeki kısa ama öz konuşmasının ardından kürsüye gelen Belgesel Filmler Jürisi Fatin Kanat da ‘Kendi içinde deneye yanıla öğrenerek daha iyi olacaktır. Önemli olan sorunları görüp düzeltmektir’ diyerek ikinci kez yola çıkan Uluslararası Van Gölü Film Festivali’ne moral takviyesinde bulundu.
Genelde alıştığımız uzun ve bıktırıcı konuşmaların aksine gayet özet geçilen kürsüye çıkma bölümünün sonrasında, aynı tarzda sunulan ücretsiz etkinlik programıyla Van’a dolu dolu bir hafta yaşatacağını müjdeleyen festival, Kemal Sunal ve
Küçükken anlatılan korkunç hikâyelerin ürkütücülüğünü eminim birçoğunuz yaşamışsınızdır. Duyduklarınızın yarattığı gerilim, çocuk psikolojisiyle birleşince kuytulardan, karanlıklardan korkar olmuşsunuzdur. Her an bir öcünün ya da farklı imgelerin çıkıp size saldıracağı beklentisiyle titremişsinizdir. Sonra gün gelmiştir tüm bu hikâyelerin aslında insanların birbirlerini korkutmak için uydurdukları hayal ürünlerinden ibaret olduğu algısı yüklenmiştir beyinlerinize ve içiniz rahatlamıştır. Böylece bilinmeyenlerden kaynaklanan korkular da yerini, insan eliyle gelebilecek kötülüklerden kendinizi ve sevdikleriniz sakınma duygusuna bırakmıştır.
Peki ya, insanların yaşam döngüsündeki ‘korku’ gerçeği bu çerçeveyle çizilmişken, biri çıkıp da size küçüklüğünüzde veya kamp ateşinin başında anlatılan o hikâyelerin aslında gerçek olduğunu, içlerindeki varlıkların bizim görmediğimiz bir boyuttan hayata müdahale ettiklerini söylerse? Üstelik bunu söylemekle de kalmayıp canlı canlı ispatlarsa? Nasıl tepki verirsiniz acaba?
Sizi bilemem ama kendi adıma ‘Keşke böyle bir ispat yapılabilse’ diyenlerden olsam da, ‘Ölümcül Oyuncaklar: Kemikler Şehri’ndeki iblislerle karşılaşmak istemem doğrusu.
Dizi yapmak zor iş, hele de kanallar tarafından hayli önemsenen reyting canavarının öğütücü yönlendiriciliğinde… Bu gerçeğe ilaveten bir de, orijinaliyle isim yapmış yabancı dizilerden veya romanlarıyla zaten bir hayli ünlenmiş eserlerden uyarlamaya gitmek yerine özgün bir senaryodan hayata dair bir iş ortaya çıkartmaya soyunmuşsanız, yapımcı olarak elinizi büyük taşın altına sokmuşsunuz demektir.
Böylesi bir atılıma cesaret edebilmek için de reyting kaygısına düşmeden önce hakikaten göz dolduracak, akıllarda yer edecek bir iş üretme isteğine sahip olmak gerekir. Nitekim dizi piyasasının tekdüzeliğinde, bu tür gayretli çalışmaların örneklerini az sayıda da olsa görüyoruz. İşte bunların son örneği, yapımcılığını NTC Medya’nın üstlendiği ‘Görüş Günü Kadınları’…
FOX TV’nin yeni sezondaki en iddialı işi olarak görünen ‘Görüş Günü Kadınları’nın yapımcısı Mehmet Yiğit Alp’le Adana’daki sette dizi üstüne sohbet etme fırsatı bulduğumda, fazlaca aklımı meşgul eden ‘Neden Görüş Günü Kadınları’ sorusunu yönelttim kendisine... Hiç tereddüt etmeden verdiği cevap ‘Çok farklı bir iş de ondan’ oldu.
Bu kısacık cümle, aslında çok şey ifade etmekte… Bir anlamda hem tüm sohbetimizin
Yunan mitolojisi ve Olimpos Dağı’ndaki yüce tanrılar… Macera delisi çocukluk dünyamın büyük tutkuları… Orijinal sayıları ilginç bir biçimde tüm dinlerde yeri olan 12’ye tekabül eden bu tanrılardan bahseden öyküleri nasıl da büyük bir keyifle okur, filmlerini tutkuyla izlerdim.
İskeletor ordusunun savaşı, çok başlı ejderhasıyla ‘Jason And The Argonauts’… Ursula Andress’li ‘The Clash of the Titans’... Koca koca tapınakları kas gücüyle yıkan ‘Hercules, Samson And Ulysses’in çekiciliği…
Şimdi ismini sayamayacağım geçmişteki örnekler, teknolojik efektlerden ziyade insani performanslardan yansıyan güzelliği hissettirdiklerinden, mitolojik filmler kategorisinde benim için daima ayrı bir heyecan kaynağı olmuşlardır. 1992’de TV serisi olarak yaratılan, 1997’deyse Armand Assante’nin başrolündeki dev yapımla sinemaya geçen ‘The Odyssey’ bu konudaki favorim…
***
Bu filmlerdeki samimiyetle, yakın tarihlerde ‘Ölümsüzler’, ‘Tanrıların Öfkesi’ gibi teknoloji sayesinde şişirildikçe şişirilen ve seyirciyi kavramaktan iyice uzaklaşan örnekleri kim kıyaslayabilir ki?
Öte yandan postmodern kültürün bir garipleştirdiği jenerasyonla beslenirken, bir yandan da onları motive eden günümüzün