Tarihi İpek yolunun en doğusunda yer alan Gyeongju’dan en batısındaki İstanbul’a uzanan bir dostluk ve kültür köprüsü… Bir uçta Shinla askerlerinin kahramanlık izlerini taşıyan Güney Kore… Diğer uçta ise Osmanlı İmparatorluğu’ndan günümüze yiğitlikleriyle miras kalan Yeniçerileri sahiplenen İstanbul… Ne kadar görkemli ve hoş bir tablo değil mi? Masal gibi yansıyan bu tablonun yaratıcısı İstanbul’un ilk kültür EXPO’su!
Sadece tüccarların değil, aynı zamanda doğudan batıya, batıdan doğuya bilgelerin, orduların, fikirlerin, dinlerin ve kültürlerin de ülkeden ülkeye geçişini sağlayan İpek Yolu’nun misyonunu 21. yy’da yeniden başlatmayı hedefleyen ve tanıtımı Çırağan Sarayı’ndaki basın toplantısında yapılan ‘İstanbul- Gyeongju Dünya Kültür Expo 2013’, Çin Cumhuriyeti’nden Hindistan’a çeşitli kültürlerden örnekleri bir araya getirecek çok yönlü bir konsepte sahip.
K-Pop, B-Boy gibi çağdaşlıklarla gençleri coşturacak olan EXPO 2013’te Türk Moda Şovu’ndan Türk-Kore tiyatro eserlerine… Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filminden Semih Kaplanoğlu’nun Yumurta’sına pek çok ünlü yapıma… Çeşme Başı Bale Suiti’nden farklı edebiyat buluşmalarına kültürün ve sanatın her alanında
Kanal D’nin beğeniyle izlenen dizisi ‘Güneşi Beklerken’de Cihan Hoca’nın damlarda gezinerek acıların çocuğunu oynayan Kerem’e söylediği çok güzel bir cümle var: ‘Sen kurban rolünde kadrolu oyuncu olmuşsun’… Dizinin o sahnesinde kaybolup giden bu cümle geniş açıdan değerlendirildiğinde aslında ne çok şey ifade ediyor.
Günden güne belli yaptırımlarla yönlendirilen dizicilik sektörümüzle, Cihan Hoca’nın repliğini bağdaştıracak olursak karşımıza çıkan manzara hem öykü, hem de izleyici bazında müthiş bir durum benimsemesinin baş gösterdiği. Güdümlülüğün yolunu hızla açan bu olgunun yarattığı en büyük olumsuzluk, her anlamda kısırlaşma ve tek tipleşme. Bunun uygulaması da iki aşamalı.
İlk etapta ekranda kulağımıza çalınan replikler çıkıyor karşımıza. Yazma ve algılama noktasında zorluk yaratmayan bu repliklerde anlam bakımından doyuruculuk, sıfır. Boş yere sıralanan cümleler bir yana çoğunluktaki konuşma tarzı, günümüz gençliğinin kelime kısırlığını katmerleyecek türden basit ve kestirme. Sanırsınız karşınızdakiler kötü dublajlı bir Amerikan filminin veya Brezilya dizilerinin kahramanları. Aralarında istisnalar çıksa da ne yazık ki genel manzara bu doğrultuda.
Sürekli
Teknoloji ve insan… Kim, kimin efendisi belli değil. Bu sarmalda ortaya çıkan manzara da aynı oranda kafa karıştırıcı. Konumuz teknoloji değil ama bu saptamayı yapmaya ihtiyaç duyduk. Zira geçmişte iz bırakan ve aradan uzun yıllar geçmesine, defalarca televizyonlarda gösterilmesine rağmen hala ilgi çekmesi garanti olan sinema yapımları birer birer bu teknoloji denen sihirli değnekten nasiplenilerek yeniden gün yüzüne çıkartılıyor. Amaç, geçmişin iz bırakan yapımlarına üç boyutlu bakarken anıların verimliliğinden faydalanıp geleceğe yatırım yapmak.
Sinemacıların ve izleyicinin ‘dinozor’ tutkusundan yola çıkıp bu çekici konuyu hayal dünyasının yaratıcılığıyla süsleyerek ekstradan pazarlayan Steven Spielberg tarafından, 3D bakışıyla sunulma akılcılığında elden geçirilen ‘Jurassic Park’ da, bu kervana katılanlardan.
***
İnsanların hangi akla hizmet yeniden yaratmaya heveslendiklerine bir türlü akıl sır erdiremediğim dinozor üretme tutkusundan yola çıkıp 1993 yılında ilk ‘Jurrasic Park’ı çeken Spielberg, fosilleşmiş bir sivrisinekten çıkarılan dinozor kanındaki DNA'yı kullanıp nesli tükenmiş bu canlılara hayat veren Dr. Hammond'ın canavar parkını seyirciyle tanıştırmıştı.
Sin
Geçtiğimiz günlerde farklı bir mecrada çıkan yazımda ‘Hayata Gülümse’ programı üstünden Show TV’nin mevcut haliyle pek de dişe dokunur bir gayret içinde olmadığını vurgulamıştım.
‘Programcılık bu kadar hafife alınmamalı. Show yaparken izleyiciye biraz saygı lütfen’ diyerek noktaladığım yazının akabinde Ciner Medya Grubu Başkanı Kenan Tekdağ’ın röportajı medyada yer aldı. Yeni logolarının ‘Şov başlıyor’ söylemini içereceğini belirten Tekdağ, Show TV'nin reytinglerde durduğu yere göre değil, duracağı muhakkak olan yere göre değerlendirilmesi gerektiğini söylemiş. Bunun için henüz konuşmak erken, zaman gerek.
Şimdi Gezi olaylarından, dijital yayıncılığa farklı noktalara değinilen röportajda dikkatimizi çeken ve yazımıza temel oluşturan asıl ayrıntı, ‘Şov başlıyor, diyoruz. Bunun altyapısını oluşturuyoruz. Yaklaşık bir ay içerisinde sürprizlerimiz peş peşe gelecek’ açıklaması.
Biraz aceleci mi davranmışız el değiştiren Show TV’nin işin kolaycılığına kaçıp mevcutlarla idare ettiğini düşünerek, yoksa abdala malum olur misali mi kaleme sarılıp eleştirmişiz orası meçhul. Ama bu satırların ardından bir bir patlatılan bomba transfer haberleriyle gördük ki, Show TV yeni yayın
Aranızda ‘Şirinler’i bilmeyen var mıdır? Pek sanmam. Onca zaman kendilerini yırtıp ekran ekran dolaşan, sosyal medyadan cömert paylaşımlar yapan ama sonunda umduklarını bulamayan ‘Cicişler’i, ‘Pampişler’i bunca gayretlerine rağmen tanımayan bolca çıkar da, Belçikalı çizer Pierre Culliford(Peyo) eliyle oluşturulan çizgiler sayesinde varlık bulan ‘Şirinler’i bilmeyen pek çıkmaz. Hele ki TRT’nin tek tabanca olduğu yıllarda ekranlarımızı şenlendirdiklerini ve yaratıcısının doğum günü olan 25 Haziran’ın ‘Dünya Şirinler Günü’ olarak ülkemizde de kutlandığını düşünürsek…
1958’de mavi şirin yaratıklarla tanışan animasyon tutkunları, bu sevimli karakterlerin 1981 yılında ekrana taşınmasıyla, ‘Şirinler’in sosyal içerikli şirinliklerini ve tabi onların baş belası Gargamel ile Azman kedisinin başarısız yok etme girişimlerini izleme keyfini de daha rahat sürer oldular.
Ancak bu keyif, çizginin durgunluğundan harekete kavuşan ve televizyon aracılığıyla etki alanını genişleten yapım hakkında iddialarının yarattığı fikir karmaşasını da beraberinde getirdi.
Çizgi kahramanlardan ideolojik mitler yaratma ustalarının devreye girmesiyle türetilen yaklaşım doğrultusunda öncelikle İngilizcedeki
Başlaması bir hayli sorunlu olmuştu. Bitişiyse bir o kadar kestirme. Show’a niyetlenip FOX ekranında hayat bulan ‘Ali Ayşe’yi Seviyor’, yeni yayın döneminde ne yazık ki izleyici karşısında olamayacak. Sebep? Uzun uzadıya düşünmeye gerek var mı? Her zamanki gibi gayet net ortada…
Yeni sezona beş yeni dizi ile girecek olan ve bundan dolayı da bazı yapımları bitirmeyi uygun gören FOX, beklenen reytingi sağlayamayan diziyi de bu listeye eklemiş. Bu esnada da nasıl ki, ‘Harem’in güldürüsünden keyif alanlar düşünülmemişse, Ali ile Ayşe ikilisinden türetilen komedi de yetersiz bulunmuş.
Büyük bir hevesle, üstelik de kaliteli oyuncularla başlayan yapımın bitirilişi, pek çok takipçisi gibi beni de üzdü doğrusu.
Aslında sezon finali diye verilen ve Ali ile Ayşe’yi apar topar nikâh masasına oturtup evlendiren bölümden belliydi, ‘Ali Ayşe’yi Seviyor’un gidiciliği. Zira devam edecek bir yapım, nikâhın kıyılış anını vermeden noktalardı sezon finali bölümünü.
Öte yandan Hakan Yılmaz, Nur Erkul ve Salih Kalyon'un başrollerinde oynadığı dizinin 19 bölümlük sezonu tamamlamadan önce sergiledikleriyle, gidiciliğin sinyallerini verdiği de bir gerçek. Nitekim evden kaçan Salih Kalyon’suz
Ölümsüzlük… Kulağa son derece hoş gelen ve her ölümlünün hayalini süsleyen bir imkânsızlık! Kim ister ki, yıllar boyu elde ettiklerini ardında bırakıp toprakla bütünleşmeyi? Kuşkusuz kimse istemez. Ama işte elindekinin kıymetini bilmeme durumu devreye girince, ölümsüzlüğü ‘lanet’ gibi görüp öteki tarafa gitmek de arzulanabiliyormuş!
Tabi bu arzunun gerçekleşme olasılığı ortaya çıktığında da, anında ‘Vazgeçtim ölümsüz kalmak istiyorum’ şeklinde çark edilmesi kaçınılmaz. Bu gerçeği görmek için, Marvel’in sevilen eserlerinden X-Men evreninin en ikonik karakteri olan ve anıların baskısıyla bunalım takılıp, ‘Ah bir ölsem’ tripleriyle ortalıkta dolanırken ‘Hadi buyur ölümlü ol’ dendiğinde, ölümsüzlüğünün değerini hisseden ‘Wolverine’i izlemek gerek.
2000 yılında başlayan X-Men serisiyle sinema dünyasına adım atan Wolverine karakteri, kendisini canlandıran Hugh Jackman’ın başarılı performansıyla öylesine beğenildi ki, X-Men yapımcıları 2009 yılında Wolverine için ayrı bir film çekti.
1974’te çizgilerde kimlik bulup 1980’de kendi dünyasına kavuşan Wolverine, ‘X-Men Origins: Wolverine’in ardından şimdi de geçmişinin daha önce anlatılmamış bir bölümünü ele alan ‘Wolverine 3D/The
Uzaylı yaşam formlarının türevlerini dünyaya salıp çeşitli fantastik işgal öyküleri yaratarak sinema sektörüne katkıda bulunanlar bakmışlar ki bu işin suyu ufak ufak çıkmak üzere, uzaylı-dünyalı savaşına farklı bir renk katmak için kolları sıvamışlar.
Özellikle gençlerin, bilgisayar oyunları kıvamında görselliğe sahip olan, sağır sultanları bile canından bezdirecek yükseklikte ses seviyesi eşliğindeki gürültü ve karmaşa ortamında gerçekleşen devasa yaratıkların savaşından haz aldıkları bilinciyle yönlenen bu yenilik arayışı neticesinde de ortaya ‘Pasifik Savaşı/Pasific Rim’ çıkmış.
Beklenenin aksine uzaylı yaşam formlarını Pasifik Okyanusu’nun dibinden çıkartan filmin senaristi Travis Beacham’ın yaratıcılıktan pek de nasiplenememiş öyküsüyle yol alan ‘Pasifik Savaşı’, ilk bakışta Japoncada ‘canavar’ anlamına gelen Kaiju’ları yok etmek için insan eliyle yaratılan devasa jaeger’lar yani avcılarıyla ‘Transormers’ların atmosferini çağrıştırmakta.
Öte yandan, dışkıları toksik olan ve bedenlerinin her parçası borsada satışa sunulan, Kaiju’lara karşı savaşlarını ‘Birlikte kazanabiliriz’ felsefesine dayandırıp ‘Savaşçılar arasındaki bağ ne kadar derinse, savaş gücü de o derece