Zorlu aşamalardan geçilerek elde edilen diplomaların ve özverili çabaların mesleği olan ‘Doktorluk’ dizi dünyasının da ilgisini çeken bir konu…
Dolayısıyla hastane atmosferinde geçen pek çok doktor dizisinin yanı sıra normal yapımlardaki karakterlerin bir kısmı da ‘Doktor’, daha doğrusu ‘Cerrah’ olarak bolca karşımıza çıkartılmakta… Misal, ‘Küçük Ağa’ ve ‘Kocamın Ailesi’!
Dahası dizilerin dışında da doktorlar, insani algıları kapalı kişilerin ‘stres topu veya günah keçisi’ pozisyonuna düşüp televizyona çıkarak, haberlere de sık sık malzeme yaratmakta. Yani anlayacağınız ‘Tıp’ alanının savaşçıları konumundaki ‘Doktorlar’, öyle veya böyle, etinden-sütünden faydalanılabilecek verimlilikte. Tabii çoğu zaman gerçeklerle uzak ara bağdaşmayarak!
Oysa yaşamın içindeki ‘Doktorluk’ mesleğine bir pencere açtığımızda durum bugüne dek ekranda izlediklerimizden çok farklı görünüyor. Parlak ve gösterişli bir tablo ortaya çıkmıyor. Öyle ki bu tabloda dizilerin cafcaflı, kimi zaman da tıbbi yöntemleri katlederek komikleşen doktorluğundan eser yok. Bu tablo; önemsenmeyen sorunlarıyla, yasaların boşluğunda baş edilemeyen çözümsüzlükleriyle orta yerde durmakta.
Gecesini gündüzüne katarak
Lafa geldi mi mangalda kül bırakmayan ama icraatta pek de dişe dokunur varlık gösteremeyenlerin baş konusudur, herkesin eşit olduğu ütopik bir dünya!
Fikir babaları da ya özel mülkiyetin olmadığı, herkesin devlet için ürettiği, çalışma ve sanata ayrılan sürelerin dengelendiği bir toplum düzeni ortaya koyan Thomas More’un ‘Ütopya’sıdır… Ya da insanları üç görev sınıfına ayırarak kalıplaştıran Platon’un ‘Devlet’i… Doğu’ya yüzünü çevirenler içinse, erdemli bir toplumu erdemli yöneticilerin yönetmesi gerektiğini savunurken adalet için cezayı da şart koşup ütopyasını ‘erdem’ üstüne kuran Farabi’nin tanımlamaları ilham kaynaklığı edebilir.
Kaynaklar farklı olsa da hayal tektir neticede.
Şartların aynılığında, zengin-yoksul ayrımı olmaksızın sürdürülen yaşamlar… Plan dâhilinde belirlenmiş eğitim sistemi ve iş aramaya gerek bırakmayan atanmalar… Kıskançlık başta olmak üzere rekabete ve hırsa iten tüm duyguların dizginlendiği insani ilişkiler… Saygının ve vazife bilincinin egemenliğindeki kişisel iletişimde, yalan söylemenin yasak olduğu bir düzen… Ve açlık kaygısıyla üretimi etkilemesine izin verilmeyen iklim şartlarının dahi kontrol altında tutulduğu; özendiricilik ihtimali
İçinde yaşadığımız şu günlerde gerek ekranda gerekse sanatın ve yaşamın farklı alanlarında önemli gelişmelere tanıklık ediyoruz. Bu ibretlik manzaralarda sansür de var… Bölgesel huzursuzluklardan dolayı alınan erteleme kararı da var… Türk televizyonlarında karşımıza çıkmaya hazırlanan bir ilk de!
Sansürden başlayıp kademe kademe ilerleyecek olursak… Sinema alanında son zamanlarda en çok ses getiren ‘sansür’ durumu, ne yazık ki filmlerin özgürlük alanı sayılabilecek festivalde çıktı karşımıza.
Ülkemizin köklü etkinliklerinden sayılan ve bu nedenle de kendisinden çok şey beklenen Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Belgesel bölümüyle ilgili olarak yaşanan huzursuzluklar çoğumuzun malumu…
Taksim Gezi olaylarına yönelik ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ isimli bir yapım festival yönetiminin, Türk Ceza Kanunu’nun 125. (kişilere hakaret) ve 299. (Cumhurbaşkanına hakaret) maddelerini gerekçe göstermesiyle sansüre uğradı.
Bu krizi aşmak gibi bir gayret gösterilmemesi ve yanlıştan dönülmemesi sonucu da önce festival yönetimine karşı çeşitli tepkiler oluştu, sonra Belgesel Jürisi’nin istifası geldi, ardından da yönetmen Reyan Tuvi'nin sosyal medya hesabından yapılan "Kriz,
Yeni sezonla birlikte ekranlar sıfır kilometre işlerle dolarken sinema perdeleri de ünlü yüzlerin yer aldığı filmlerle şenlenmeye başladı.
Tatile denk düştüğü için basın gösterimini kaçırıp yorumlayamadığım ‘Adalet’ filminde Denzel Washington Rus mafyasına karşı tek başına mücadele verip aksiyonda harikalar yaratırken, tatil dönüşü ilk basın gösterimime denk düşen ‘Prens/The Prince’ filminde de Jason Patrick tek başına uyuşturucu dünyasının altını üstüne getiriyor.
Bruce Willis’in Omar, rolüyle eşantiyondan yer aldığı yapım John Cusack ve Curtis Jackson yani sahne adıyla 50 Cent, Will Smith gibi isimlerden oluşan müthiş bir kadroya sahip. Ne var ki, bunca ünlü ismi bir arada toplayan ‘Prens’, ayaküstü hazırlanmış bir aksiyon olmanın vasatlığını aşacak konumda değil.
YERLİ DİZİ AKSİYONU TADINDA
Hani sürekli eleştirip dururuz… ‘Arka Sokaklar’, ‘Kaçak’ veya ‘Kurtlar Vadisi’ gibi çatışma ağırlıklı dizilerde aksiyon olayının ‘çocuk oyunu’ gibi işlendiğinden dem vururuz…
İşte bu noktada, yönetmenliğini Brian A Miller’ın üstlendiği, senaryosu Andre Fabrizio ve Jeremy Passmore ikilisine ait olan ‘Prens’, büyük projelerini dünyaya sunan Hollywood’un da yeri geldiğinde aynı
Bir sinema filminden ya da televizyon dizisinden bahsedildiğinde ilk akla gelen soru başrollerde kimlerin olduğudur. Magazin onlara yoğunlaşır, kameralar hep onları izler ve mikrofonlar sadece onların dünyasını seslendirir.
Sahne oyunlarında da şaşmayan bu gerçek, yaratılan işlerde koca bir kadronun emeği olsa bile, hep yıldız karakterlerin ve kısmen de yardımcı oyuncuların öne çıkmasına, sürekli onlardan bahsedilmesine yol açar.
Oysa hemen her filmde ve dizide ana karakterler arasında yer almayan öyle karakterler vardır ki, rolleri diğerlerine oranla az olsa bile o yapıma apayrı bir tat katıp özgün bir varlık koyarlar ortaya ve izleyicinin aklında bu değişik hoşluklarıyla yer ederler.
İşte biz de bu yazımızda, isimleriyle arka planda kalıp yıldızlaşamamalarına karşın cisimleriyle, yer aldıkları sahneleri gökkuşağı gibi renklendiren üç isimden bahsedelim istedik.
SAKİNE, NURAN İLE EFSUN’UN BELALISI!
Bu konuda ilk gözüme çarpan isim, FOX’un sevilen dizilerinden olan ‘O Hayat Benim’in meraklı ve dürüst komşusu Sakine!
Birgül Ulusoy’un canlandırdığı Sakine’nin deli dolu dobralığı ve can dostu Nuran Hanım’la kavgalı dövüşlü ilişkisinin gerçekçi güzelliği bir yana
Bir oyuncunun kariyerinde ödüllerin anlamı kuşkusuz büyük önem taşır. Her ne kadar yetenek ispatı için herhangi bir festivalde veya yarışmada ödül almış olmak yegâne kıstas sayılmasa da köşeye konulan bir heykelciğin değeri, onu almak için emek sarf edenin nezdinde ayrı bir yere sahiptir. Zira sektörde, değer artırma ve seçicilik adına oldukça işe yarar.
Festivallerin arka arkaya sıralanıp rutin süreçleriyle yerli yapımlarımızı ödüllendirdiği şu günlerde sonuçlanan 21. Adana Altın Koza Film Festivali de, Kanal D’nin sevilen dizisi ‘Güllerin Savaşı’nda gelecekle ilgili hayallerini ‘Gülfem gibi olmak’ üzerine kuran Gülru karakteriyle karşımıza çıkan Damla Sönmez’e bir ödül kazandırdı.
Altın Koza’da yarışan ‘Deniz Seviyesi’ isimli filmdeki rolünden dolayı aldığı ‘En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü, ‘İçimdeki Balık’ filminden Deniz Özdoğan ile paylaşan Damla Sönmez, ödülünü Cüneyt Arkın’ın elinden aldı. Kendisine ve ödülü paylaştığı Deniz Özdoğan’a tebrikler.
***
Televizyon dizilerinin yanı sıra ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’, ‘Kurtuluş Son Durak’, ‘Çakal’ gibi sinema filmlerinde rol alıp ‘Mahpeyker: Kösem Sultan’da Kösem’in gençliğini canlandıran Damla Sönmez’in aldığı bu ödül
Lady Gaga’nın İTÜ konseri sırasında bir kez daha ortaya çıkan ‘EDEB YA HU’ yazılı afişlerle birileri, birilerinin yaşam tarzlarına ve beğenilerine müdahale etme tutkusunu, sanki hayatın nice çarpıklıkları düzeltilmiş de tek bu şovlar kalmışçasına, sürdüredursun… Öte yandan RTÜK, yerden göğe haklı bir kararla ‘O Ses Çocuklar’ programının formatını, çocuk gelişimi açısından sakıncalı bulup, 150 bin TL gibi rekor bir cezaya çarptırarak genç beyinlerin hayata özendiriciliklerle başlamalarını teşvik eden zihniyeti engelleyerek benzerlerinin önünü kessin… Bir başka hayat manzarası yansımaya başladı ekran penceresinden… Geçmişte yapılanların hüznü ve bugünün kaygılarıyla sulanan ‘Hayat Ağacı’!
2011’de Terence Malik imzalı, derinlikli karakter analizleri içeren, kimi yerde varoluşla inançları bütünleştirir görünüp birdenbire Tanrı’yı sorgular hale gelen ve ebeveynlerin çocuklarının gelişimi üstündeki etkisini de açığa çıkartıp derin bir felsefeyle hayata bakan ‘Hayat Ağacı/The Tree of Life’ filminden birkaç yıl sonra TRT1 ekranında aynı adla yer bulan dizi, farklı içerikle de olsa yaşamı sorgulayan bir bakışla Karahanlı Ailesi’nin hikâyesini izleyiciye tanıştırdı.
***
Fikret
İnsanların yaşamlarındaki en önemli olgulardan biridir, toplumsal aidiyet. Tilkiyi dönüp dolaşıp kürkçü dükkânına götüren atasözündeki gibi, yerinden yurdundan ayrılan insanlar da içinden çıktıkları toplumdan bir türlü soyutlanamazlar… Sonuçta başlarına istenmeyen durumlar geleceğini bilseler bile!
Geçmişten günümüze yaşanan bölgesel çatışmalarda kendini daha net gösteren insani parçalanmalar ve geri dönüşler, şimdiye dek farklı ülkelerden yansımalarla dizisinden filmine, pek çok yapıma konu edildi.
Misal; 12 Eylül darbesi öncesinde 70’li yılların son dönemini ele alıp sağ-sol olaylarını anlatan ve başrol oyuncularından Can Güreler’in ‘‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ dizisindeki gibi solcuları kral yapıp, sağcıları faşist göstermiyor, her iki tarafın da iyi ve kötü yönlerini gözler önüne seriyor. Bu da TRT’nin başarısı…” sözleriyle değerlendirdiği ‘7 Güzel Adam’ isimli yapım... Çok yakın arkadaşların bile sırf görüş aidiyetinden dolayı birbirine düşman oluşlarını işleyerek bu konuda bir dizi örneği teşkil etmekte.
Şiir dünyasından yola çıkıp toplumsal çatışmalara değinen ve bu arada Kahraman Maraş olaylarına ışık tutup 10’uncu bölümünde de dublör kullanılmadan gerçekleştirilen