Yeni sezonla birlikte ekranlar sıfır kilometre işlerle dolarken sinema perdeleri de ünlü yüzlerin yer aldığı filmlerle şenlenmeye başladı.
Tatile denk düştüğü için basın gösterimini kaçırıp yorumlayamadığım ‘Adalet’ filminde Denzel Washington Rus mafyasına karşı tek başına mücadele verip aksiyonda harikalar yaratırken, tatil dönüşü ilk basın gösterimime denk düşen ‘Prens/The Prince’ filminde de Jason Patrick tek başına uyuşturucu dünyasının altını üstüne getiriyor.
Bruce Willis’in Omar, rolüyle eşantiyondan yer aldığı yapım John Cusack ve Curtis Jackson yani sahne adıyla 50 Cent, Will Smith gibi isimlerden oluşan müthiş bir kadroya sahip. Ne var ki, bunca ünlü ismi bir arada toplayan ‘Prens’, ayaküstü hazırlanmış bir aksiyon olmanın vasatlığını aşacak konumda değil.
YERLİ DİZİ AKSİYONU TADINDA
Hani sürekli eleştirip dururuz… ‘Arka Sokaklar’, ‘Kaçak’ veya ‘Kurtlar Vadisi’ gibi çatışma ağırlıklı dizilerde aksiyon olayının ‘çocuk oyunu’ gibi işlendiğinden dem vururuz…
İşte bu noktada, yönetmenliğini Brian A Miller’ın üstlendiği, senaryosu Andre Fabrizio ve Jeremy Passmore ikilisine ait olan ‘Prens’, büyük projelerini dünyaya sunan Hollywood’un da yeri geldiğinde aynı basitlikte aksiyonlara imza atabileceğinin örneği olarak çıkıyor karşımıza!
1988 yılından başlayıp önemli suç olaylarının ve çeşitli baskın haberlerinin başlıklarını aktaran açılışla seyirciyi büyük beklentiye sokan ‘Prens’, ünlü isimlerin bir araya toplamasına karşın içeriği doldurulamamış bir yapım niteliğinde.
Bruce Willis’i karısıyla kızını okula yollarken bombalı ölüme yolcu ettiğinden habersiz bir babanın acısıyla sunup, bunu rüyaları kâbusa dönen bir başka babanın kızını koruma öyküsüyle buluşturan filmin en büyük aksaklığı fazlaca kestirmeden gidilmesi.
Tıpkı dizi mantığındaki gibi ‘Ünlü isimlerin varlığı yeter. Bundan öte fazla bir gayret göstermeye gerek yok’ dercesine ayaküstü bir kahramanlık tablosu yaratmaya soyunan yapımda senaryonun içinin doldurulmaması kadar yönetim zafiyeti de bir hayli fazla.
Bundan dolayı da yerli dizi aksiyonu tadında işlenen çatışma sahnelerindeki tablo pratikliğin ötesinde acemiliğe dönüşüyor. Tabii bir de filmin tanıtımını yapanların, ana karakter olan Paul’ü ‘Las Vegas Polis biriminde çalışan eski dedektif’ olarak sunma hatasındaki acemilik mevcut.
Kimi yerde, sert ebeveynliğin gençlere itici geldiği ve onları daha çok hataya sürüklediği üstüne söylevlerle geçen bir yol hikâyesine dönen ‘Prens’te, üniversite okuma sürecinde yakalanan özgürlükle kayıp zamanı telafi etmek isteyen gençlik hallerine şahitlik ederken sergilenen aksiyonun acemiliğini hissetmemek imkânsız.
Eczane lakaplı 50 Cent’in mekânına girip sinek öldürür gibi onca silahlı adamı bir çırpıda hallederek değme Yeşilçam filmlerine ve dizilerimize taş çıkartan ve bununla da yetinmeyip finali Bruce Willis’in göstermelik olarak yer aldığı filmde canlandırdığı Omar’ın kalesine dalıp ateş etmeye korkan onlarca adamı indirerek ‘Prens’liğini yeniden ilan eden Paul’ü ve diğerlerinin aksiyonsuz aksiyonunu izlerken işin nasıl ucuza getirilebileceğini gözlemliyoruz.
Oysa ‘Birini bir şeyden uzak tutmaya çalıştıkça yasaklanan şeyin cazibesi daha çok artar’ gerçeğini odak noktasına alarak, öğrenci gençlerin uyuşturucuya kapılma ve yoldan çıkma tehlikesinin üstüne giden hikâye çok daha etkili kılınabilirdi… Hele de böylesine ünlü isimlerin buluştuğu bir kadroyla!
Bunun yerine, Roma’nın başa çıkamadığı İskoçyalıları durdurmak için bulduğu ‘Hadrian duvarı’ formülüyle New Orleans’taki suç şebekelerini dizginlemeyi hedefleyen ve ‘kötülüğe kötülükle karşı durma’ formülünü devreye sokan Amerikan otoritesinin kolaycılığına kaçılmış… Ve ‘Haydi bir PRENS yaratalım’ denmiş.
Anibal GÜLEROĞLU