‘Kapalı davet’, ‘filancanın onuruna verilen size özel yemek’ gibi lafların altında yatan gizli mesajlar...
Sıradanlığın masumiyetini, hiç kimse olmamanın verdiği hafifliği tüketeli çok oldu. ‘Takip edilenin kadar varsın’ düzeninde herkes kendi çöplüğünün horozu ve her horoz aynı dertten muzdarip... Ününü korumak, şanını parlak tutmak adına daima birileri sana ne kadar da özel, ne kadar da ünlü olduğunu hissettirmeli. ‘Teksiniz, yeganesiniz’ söylemleriyle şişirilmekten haz alan şehir insanı sayısındaki artış almış başını gitmiş. Bu insanlık zaafını fırsata dönüştüren uyanık organizatörler peş peşe ‘size özel’ davetiyeler yolluyor. ‘Size özel’ lafını duyana bir haller oluyor; gitmeyeceği varsa kabara kabara gideceği tutuyor.
Tony Chambers’in başına gelenler
Belli bir kitleye özel davetler için kullanılan ‘kapalı davet’ lafından, ‘biz bize’ olacağız vaatlerinden anlamanız gereken mesaj şu: Biz bizeden anladıkları İstanbul’un yarısı, kapalı davet demekse kapısı, bacısı filan kapalı demek. O kadar. Marka Konferansı’nda konuşma yapmak üzere İstanbul’a gelen Wallpaper’ın genel yayın yönetmeni Tony Chambers’i kimse ‘size özel yemek’ lafıyla kandıramadı, mesela. Aralık
“Genç ile yaşlı, esmer ile sarışın, yerli ile yabancı, Asya ile Avrupa...” diye tanımlıyor Anjelique kendi müdavim kitlesini. 2000’lerden bugüne esmeri sarışını, genci yaşlısı bol bir zaman tüneline giriyoruz
2000’lerin başında yazın Anjelique, kışın ‘kardeş kulüp’ Wan-na’da eğlenmek (bem)beyaz bir Türklük simgesiydi. Nişantaşı Buz’dan çıkılır, Anjelique ya da Wan-na’ya gidilirdi. Her şey şık, herkes seksiydi. Ya da tam tersi. İstanbul’un New York’a en yakın noktası olarak görülen Anjelique, Boğaz hattındaki kuru kalabalıktan kaçan Koçlar, Mermerciler için herkesin giremediği gizli sığınak gibiydi.
O zamanların Laila ve Reina gençliğini hatırlayalım: Dar beyaz gömleğinin düğmeleri patladı patlayacak, kafadaki bir kutu jöle eridi eriyecek. Yanındaki kız ille de çakma sarışın kokacak, elindeki içki ille de ‘Red Bull&votka’ olacak. Anjelique, bu profili taban tabana zıt bir kitlenin simgesiydi: Yurt dışında okumuş/çalışmış jilet takımlı adamlar ve onların havalı sevgilileri...
Anjelique’in kapısı sert; zaman zaman kırıcıydı. Altındaki araba, kolunuzdaki manken, üstünüzdeki milyarlık ceket sizi içeri sokmazdı. Göz aşinalığı şarttı. Kapıdaki Özlem Hanım ya
Twitter gibi ‘anı yaşayan’, o dakikanın nabzını tutan, sürekli (d)evrilen, değişen bir mekanizmaya dair haber derlemek hassas bir iş. Dünya çapında 100 milyonu aşkın kullanıcısı olan Twitter’da en çok takip edilen ünlülere dair bir yazı yazmaya kalkışsam mesela, bırakın yayımlandığı günü, ‘yazıyı kaydet’ tuşuna bastığım anda haber geçerliğini yitirir, çürüyüp gider. Twitter hakkında çıkan son kitap, ‘A Twitter Year: 365 Days in 140 Characters’, takip eden ve edilen istatistiklere dair çoktan bayatlamış bilgileri görmezden geldiğiniz sürece, son bir yılda (Temmuz 2010-Eylül 2011) popüler kültürü ne ölçüde etkilediğini dair nefis bir kaynak.
Biz Abdullah Gül’ün şike yasası olarak bilinen yeni düzenlemeye ‘ret’ vermesinde Twitter’da yazılan yorumların ne kadar etkili olup olmadığını tartışa duralım, bu kitap, istatistiklerle Twitter’ın ödül törenlerine olan etkisini yatırıyor masaya. 2010-2011 sezonundan çıkan özet şu: Grammy, Oscar gibi global popüler kültür dünyasına şekil veren olgular -şimdilik- koca, mavi kuşun şirinliğine aldanmamış gibi:
Grammy:TWEET’LERE GÖRE
* Yılın Kaydı: ‘Love the Way You Lie’ (Eminem feat. Rihanna)
* Yılın Albümü: ‘The Fame Monster’
Harvey Nichols’ın orijinal yılbaşı reklamı, yılbaşının eğlenceli kısmına dair yapılmış bir güzelleme: Shame of Walk...
Sabah gözünüzü açmaya çalışıyorsunuz. Yok, açılacak gibi değil. Kafa davul, mide berbat. Nerede uyandığınız meçhul. Burası neresi? Şu yara neyin nesi, o ses kimin sesi? Dün gecenin belleği yanmış, elde birkaç alakasız kare. Zar zor dışarı adım atıyorsunuz. Sokak brunch insanlarıyla dolu. Uzun uzun kahvaltısını yapan, ağır ağır gazetesini okuyan, zinde pazar insanları. Karnı tok, sırtı pek, gevşemiş suratla pazarın tadını çıkaran insan modelinin yanından siz gözler burna yapışmış, saçlar uydu gibi kafada, üstte dün gecenin mönüsü bir vaziyette yürüyorsunuz. Sanıyorsunuz ki herkesin gözü sizde.
İşte ertesi sabah, tüm o ‘insanlıktan çıkmış’ halinizle pırıl pırıl gündüz insanlarının yanından yürüyüp gitme halinin Batı dilinde komik bir tabiri var: Shame of Walk (Utanç yürüyüşü). Bu yürüyüşlerin en meşhur ve kalabalık halinde yapılanı, malum 1 Ocak’ta olanı. Bir yılbaşı sabahı, sırtımda kırmızı şarap çukuruna düşmüş ceket, ayağımda başkasının ayakkabısı ve elimde düğmeleri kopmuş bir gömlekle Hisar’da kahvaltı kalabalığı arasından yürüdüğümü,
‘Kimse üzerine alınmasın’ notuyla ülkemizde muhtelif sebeplerle gerçekleşen ödül törenlerine dair kişisel bir tespit ve ‘Nasıl ödül törenlerimiz daha eğlenceli hal getirilir?’e dair birkaç öneri:
* Gecenin espri dozu sunucuların ‘keskin ve anlaşılmayan’ mizah anlayışından ibaret olmadığında...
* Sunucuların, ödül verenlerin eline profesyonel bir yazar ekibinden çıkma konuşma metni tutturulduğunda...
* “Ödülünü vermek üzere” anonsuyla sahneye çağrılan isimler sponsor firmanın patronu, ev sahibinin kayınçosu gibi ince ve naif ilişkiler yumağından sıyrıldığında...
* Ödül takdim etmek için sahneye çıkan isimler kendisinin ya da markasının propogandasını yapmadığında...
* Ödülü alan/veren/atan/tutan isimlerin ‘körlerle sağırlar’ takımıyla sınırlı kalmayıp, her telden ve cinsten ve renkten insanlarla çeşitlendirildiğinde...
* Düzenleyenler gecenin amacının eğlenmek ve eğlendirmek olduğunu, çok da ciddiye alınmaması gerektiğini kavradığında...
Doğu-batı sentezini tutturabilmek gözüktüğü kadar kolay mı? Nişantaşı’nda iki açılışın düşündürükleri...
Abdi İpekçi Caddesi’ndeki Topshop’un bitişiğinde, Derishow’un mağaza açılışı. Mağaza dışarıdan şıkır şıkır. Vitrinde pahalı kıyafetler, tepeden inme spotlar, jilet garsonlar ve sivri topuklu Nişantaşı kadınları. Kapı önü zarif içkiler, ayaküstü o meşhur nezaketen konuşmalar derken, mağazanın havası fonda Rahman Altın müziği yükseldikçe değişmeye başlıyor. ‘Nişantaşı Cumhuriyeti’nde, havalı davetlerde işitmeye pek alışık olmadığımız bir ses. Aralara serpiştirdiği o bağlama sesi Nişantaşı’ndan koparıp Anadolu’nun bağrına atıyor insanı. Tam “Nereye bağlanacak bu otantik havalar?” derken, fasıl heyeti yerini alıyor üst katta. Her şey o darbuka sesinin makyajlı derilerin altına sızmasıyla değişiyor. O şıkır şıkır, poz poz haller gidiyor; yerine dokuz sekizlik öze dönme, kaynağa karışma senfonisi başlıyor.
Kadınların halleri ‘salon çizgisinden’ kaymalık bir durum da değil. Ayağında topuklu, yüzünde hâlâ aynı makyaj o batılı edasını bozmadan eşlik ediyor fasıla.
Birkaç adım ötede başka başka diyarlar
Derishow çıkışı birkaç adım ötedeki bir başka açılış, Mim Kemal Öke
New York’tan yırtma hikayelerini konu alan, Amerika’nın yeni popüler dizisi ‘How to Make It in America’ İstanbul’da geçseydi ne olurdu?
Tuhaf bir döneme tanıklık ediyoruz. İnsanların artık iki ana kategoride incelendiği bir dönem bu yaşadığımız: Ünlüler ve henüz ünlü olmayanlar. Artık, ‘sıradan’ insanlar diye bir kavram yok, henüz ünlenmemiş insanlar var. Kimisi dikizleme kültürünün bir mevyesi, kimisi ünlü ‘DJ/fotoğrafçı/tasarımcı’. Ünlü olmak hiç bu kadar kolay olmamışken asıl prim yapan ünlülerin beylik lafları, sıkıcı pozları değil ünlü olmayanların nasıl yırttığına an be an şahit olmak.
New York’ta geçen bir grup genç erkeğin yırtına yırtına nasıl da ‘yırttıklarını’ konu alan yabancı dizi ‘How To Make It in America’, bu duruma dair en güncel ve eğlenceli örnek. Popüler kültür eleştirmenleri diziyi erkek dünyasında ‘Entourage’da boşalan yeri doldurduğu inancında. Doğrudur. Dizinin kahramanları, az bilgi/çok heyecanla moda dünyasında kendi markasını yaratmak için yola çıkmış bir grup genç erkek. Zirveye giden yolda tüm o bilindik duraklardan geçiliyor tek tek: Pop-up mağaza açmalar, jet-setin ev partisine sızmalar...
Diziyi lokalleştirelim
Kahramalar Türk, fonda da
Contemporary İstanbul’un açılışından ‘başka türlü’ insan manzaraları...
Contemporary İstanbul’a dair faydalı bilgileri, sanatsal kritikleri, işin rakamsal tarafını günlerdir çarşaf çarşaf okuyorsunuz. Gerçek koleksiyonerlerin, sanat insanlarının dışında kalan açılışın pek basına yansımayan gizli kahramanlarıysa çoksesli, pek renkli. Tanıştıralım:
SOYUNANLAR/SOYULANLAR: En dikkat çeken kitle bu iki kesim. Soyulan, aşkın taşkın büyük büyük rakamlardan bahsederek günlük sanatsal haracamasını ifşa ediyor. Soyunan, kendi halinde takılıyor, sessiz sedasız ‘parti çadırının’ açılmasını bekliyor.
GÖRDÜM, GÖRÜLMEDİM/GÖRENİ GÖREMEDİM: Bir yandan yere sürten paltosunu çekiştirirken, diğer yandan elindeki şarabından bir yudum almaya çalışan (ille de elde bir kadeh şarapla gezilecek!) sanat insanı, şahsi favorim. Tüm o karmaşa halinde hem bir gözü önündeki sanat eserinde, diğeri de karşıdan en en şıkır şıkır haliyle geçen filancayı görmek/filancaya görülmek olacak. İşi zor.
PROFESYONELLER: Son derece profesyonel turlayanları ayrı tutalım. Misal, Mudo’nun sahibi Mustafa Taviloğlu kalabalık bir sanat kadrosu eşliğinde geziyor. Biri çalışmalar hakkında bilgilendirirken, diğeri