Yakında İstanbul’da açılacak, üyelik sistemiyle çalışan Soho House, İstanbul’un ‘cemiyet’ sınıfını kökten çökertebilir. Nasıl mı?
Soho House, yaratıcı zihinleri tek çatı altında toplamak üzere açılmış bir kulüp. Oteli, restoranı, sinema salonu, barı, spa’sı, üyelerine özel dergisi, Soho House’un içinde var da var. Amaç, ortak paydası ‘yaratıcılık’ olan insanları toplayıp, bir ‘community’ yaratmak. Berlin, New York, Miami, Los Angeles, Londra’da var. Uzun süredir İstanbul’a geleceği konuşuluyordu. Soho House İstanbul’a ilişkin açıldı, açılacak dedikoduları bu yıl iyice arttı. "Doors grubuyla anlaştılar", "Boğaz hattındaki yalılara bayıldılar", "Türk erkeğinin kulüp davranışlarını görüp tereddüte düştüler" derken son dedikodu şu: Soho House İstanbul için bulunan muazzam tarihi binanın adresi Karaköy, açılışıysa 2013'te. Soho House grubun kreatif direktörü Florian Wupperfeld, geçen aylarda -tekrar ve tekrar- İstanbul’daydı. Wupperfeld’in en sık işittiği sorulardan biri de üyelik sisteminin İstanbul’da nasıl çalışacağıydı. Soho House’un üyelik tanımı net, kapasitesi belli. Asıl mesele, bu kurallar İstanbul’da nasıl işleyecek?
* Üye, kreatif sektörlerin birinde çalışıyor
DVD’nin üzerindeki ‘eçcinsel’ etiketi, Hürrem’in yedi göbekten akrabası Şenlik ve ‘Yalan Dünya’dan yükselen dayatma kahkahalar... Mönüde, pazar sualleri üzerine birkaç ‘gelecek program’ tavsiyesi var
BİRKAÇ TUHAF SORU
BÖYLE?BU UYARI GEREKLİ Mİ?
DVD’lerin, film afişlerinin üzerine yaş sınırını belirten sembolün hemen yanına iliştirilmiş kimi ‘uyarı’ cümlelerine alışkınız. “Cinsellik içerir” ya da “Şiddet sahneleri vardır” uyarılarının kullanımı tamam da şöyle bir uyarı cümlesine ne demeli?: “Eşcinsel sahneler içermektedir, çocuklar için uygun değildir.” Bu etiketle raflara dizilmiş film, malum sahneler sebebiyle ülkemize dağıtımcı bulamayıp, DVD raflarından girmiş ‘I Love You Philip Morris.’ Başrolde Jim Carrey ve Ewan McGregor’un olduğu film, Steven Rusell’ın gerçek hikayesinden uyarlama. Eşcinsel öpüşme/sevişme sahnelerinin olduğu bir filmin, ‘eşcinsel’ etiketiyle satışa sunulması Türkiye’de bir ilk. Neden ‘cinsellik içerir’ şablonuyla yetinilmemiş, üzerine durumu detaylandırıp, sakıncalı sahnelerin eşcinsel sahneler olduğunu belirtilmiş anlamak güç.
Kahkaha şart mı?
Gülse Birsel’in ‘Yalan Dünya’sına dair, Nişantaşı/Cihangir, Engin Günaydın/Olgun Şimşek, Binnur
Bugün, Doors’un ne markalarını sıraladığı listesinde ne de tökezleme itiraflarında Wan-na’nın esamesi okunuyor. Wan-na, Doors’un 19 yıllık karnesinde nereye düşüyor?
Dört patronu, bin 200 çalışanı, 100 milyon liralık cirosu, 19 yılda 17 markası ve 35 restoranı... Anjelique, Kitchenette, Zuma gibi markaların yaratıcısı, Türkiye’nin, belki de tek, kurumsal eğlence şirketi İstanbul Doors Group’un başarı hikayesi, CNBC-e Business’ın son sayısında iri rakamlar üzerinden akıcı bir kurguyla anlatılıyor.
Yeni açılacak mekanlara dair bilgi de var (bir balıkçı, The Marmara’nın en üst katında Türk lokantası ve İstinye Park’ta Beymen’in içinde kafe-bar), kaç kez tökezlediklerine dair itiraf da... ‘Tökezleme’ hesabında sağlaması tutmayan bir matematik var: Doors patronlarına göre İstinye Park Hillside City Club’ın ve Mersin’de açılan (ardından kapanan) iki Kitchenette dışında yanlış alınmış karar yok. Soralım o zaman: Wan-na, Doors’un 19 yıllık karnesinde nereye düşüyor? Hatırlayalım; Wan-na üç yıl öncesine kadar bugünkü 11:11 kulübünün yerinde, Tepebaşı’nda cumaların en çok iş yapan kulübüydü. Kanyon’da Hakkasan’da boşalan yere taşınmasıyla Wan-na markası günden güne unutuldu gitti.
İtiraf edeyim, bazı konserlerde, tiyatrolarda alkışlamak hiç içimden gelmiyor. Beğenmediğimden değil, o yoğun duygu halini zorunlu bir davranışla bölmek istemediğimden
Konser salonu tıklım tıklım. Sahnede filanca büyüyor da büyüyor. Salonda çıt yok; herkes hipnotize olmuş gibi. Sahnedeki ekip son notaya bastığı an, seyirci giriyor devreye. Kurulmuş saat gibi, başlıyor herkes aynı tondan: şak şak, şuk şuk, alkış kıyamet...
O an, gayet şuursuz, gayet kendinden geçmiş, o son notanın etkisi altında, uzaklara dalmış gitmişim. Etrafım ellerini patlatırcasına alkışlayanlarla çevrili, ben dinlediğim müzikle çok uzaklarda. Üzerimde her saniye daha da artan “Neden alkışlamıyorsun? Ayıp. Biraz emeğe saygı...” bakışı, beni gerçeğe aydırıyor. Alkışlamayana kaş çatmaların, göz devirmelerin, yandan yandan kibirli söylenmelerin sebebi malum. Alkışlama, biraz da koyun psikolojisinin ürünü, tuhaf bir ritüel.
Bir Sezen Aksu konserinden, o muzur sesiyle, şöyle bir laf hatırlarım mesela: “Şunun şurasında 30 küsür yılı devirmişiz beraber. Hiç boşuna yırtmayın kendinizi, her dakika alkışlayarak. Şöyle evinizin salonundaymış gibi yayılın koltuğa. Rahatlayın. Tadını çıkarmaya bakın.” Şakayla
Tomtom Sokak’taki yılbaşı partisinden çıkan sonuç şu: Bir partinin mutfağında, kapısında ya da DJ kabininde gazeteci varsa, eğlenceniz garanti
Radikal gazetesi, hafta sonu 2012’de gece hayatına dair biraz görüş, bolca kehanet istediğinde listenin tepesine tereddütsüz ‘partilere gazeteci dokunuşunu’ yazmıştım: “2011 partilerinde farklı rollerde farklı gazeteciler başroldeydi, Kimisi bara geçti barmenlik yaptı, kimisi kabinden çıkmadı DJ’lik yaptı. Kapıda karşılayıp ev sahipliği yapanı, mutfağa giren, sahne alıp şarkı söyleyeni... En çok gazetecilerin parmağı olduğu partilerde eğlenilmesi pek tesadüf değil.” Yılbaşı gecesi Lenovo’nun Tomtom Sokak’ta verdiği parti, durumun en sağlam kanıtıydı. Alt’ın, Tektekçi’nin, Indigo’nun kabininde farklı farklı gazeteciler, mönüsü zengin bir yılbaşı partisi verdi. Sokağın kalabalığını, milletin dans etmesini baz alarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Meslektaşlarım diye söylem, bir partinin mutfağında, kapısında ya da DJ kabininde gazeteci varsa, eğlenceniz garanti. Sebebi açık: Yılların izleniminden, gözleminden süzülmüş ‘Nasıl eğlenilir/eğlendirilir?’ formülünü gece denkleminde nasıl kullanacağını en iyi onlar biliyor.
İLHAN
Yılın ilk gününde, yeni yılda yapamayacağınız kararlar alıp boşuna kendinizi sıkıntıya sokmayın. Asıl ihtiyacınız olan almanız değil, almamanız gereken kararlar listesi. Buyrun...
Yılın ilk günü. Sabah kalktınız. Başınız davul, mideniz perişan. Önce mükellef bir kahvaltı, ardından yeni gün, yeni yıl şerefine temiz bir sayfa, yeni bir başlangıç. Kağıt, kalem çıksın. Yıl boyunca ara ara aldığınız, aldığınız gibi de bıraktığınız, kararları temize çekeceksiniz.
Nacizane önerim şudur: Bu yıl alacağınız tek karar, karar almamak olsun. Kağıda, peçeteye, word dosyasına vs. yazacağınız her yeni yıl kararı, yıl boyunca peşinizi bırakmayacak. Daha hafif, relaks, akışına göre seyreden bir yaşam için almamanız gereken yılbaşı kararları geliyor...
Daha fazla spor: Haftada spor yaptığınız ortalama gün sayısı belli. Arada dalgalanıp da durulmalar olmuştur, olabilir. Ha bir gün eksik, ha iki gün fazla... Sonuç şu ana kadar pek değişti mi? Muhtemelen, hayır. O zaman yarın sabahtan spor salonu yollarına düşüp kayıt olmaya ya da yenilemeye kalkışmayın. Akışına bırakmak, spor dalları arasında en faydalısı.
Daha az Acun programı: Acun izlemenin memlekette tuhaf bir etkisi var. Takılıp
Asmalı’daki masasına, internetteki sitesine giriş hakkına dokunulduğunda avazı çıktığı kadar bağıranlar; sözüm size...
‘Emek kapanmasın’ yürüyüşüne katılım yüksekti.
Yıl 1996. Tam ‘hava ayaz mı ayaz/ellerim ceplerimde’ hali. Annemle babamın arasına sığınmış, bir pazar akşamı İstiklal’de yürümeye çalışıyorum. Yaş 10, bilemedin 11. O zamanlar benim için İstiklal demek, kestane demek, sinema demek, uzun uzun yürüyüş demek.
Ailece Emek sinemasının kapısında, kuyrukta bekliyoruz. Emek’in kapısı boydan boya Eşkıya’nın afişleriyle çevrili. İlk kez Emek salonuna gireceğim. “Bu film burada izlenmeli” deniyor, tavsiyeye uyuyoruz biz de. Salonun tarihinden, öneminden pek çaktığım yok. Salon kararıyor, film başlıyor.
Birkaç saat sonra... Film bitmiş, afallamış bir halde tekrar İstiklal’deyim. Salondan ayrıldığım an Beyoğlu sokaklarına bakışımın değiştiğini hatırlıyorum. Susup kaldığımı, uzun uzun düşündüğümü, salonun içinde nasıl da kendimi küçük hissetmişken çıktığımda nasıl da büyük hissettiğimi...
Yaşın, başın önemi var mı?
Emek, sadece sinemacı, Cihangirli, aktivist, sosyalist, belli bir kesmin değil; 7’sinden 70’ine her İstanbullu’nun sahip çıkması gereken bir
‘En’li başlayan cümlelerden, muhabbetlerden henüz gına gelmemişken, çok geç olmadan, ben de kişisel ‘en’lerimi dökerek sıramı savıyorum. Yılın olayı, insanı, filmi, ıvırı zıvırı çarşaf çarşaf her yerde. Bu ‘en’ler başka bir yerde yok
En ‘Silvio’: Nihat Doğan,
En ‘Berluscoloni’: İzzet Yıldızhan
Doğan ve Yıldızhan’ın otelde parti macerasında patlayan silahlar, atılan tokatlar ‘bunga bunga’ kültürüne yakışmadı.
Yıldızhan kadını: “Biz para için bu kepazeliği yapacak kişiler değiliz. Onurumuz kırıldı, şiddete maruz kaldık.” Berluscoloni kadını: “Beni havaalanından özel arabayla aldırdı. Son derece centilmen davrandı. Kendimi özel hissettirdi.”
En ‘assoliste bağlayanlar’: Muazzez Abacı ve Gönül Yazar
Snickers reklamı sayesinde gerçek assolistliğin sahnede değil kuliste yaşandığını hatırladık. O bakışlar, o duruşlar...