Dini, sivil ve ticari binalarda sık sık kullanılan kubbeler, mimarinin karadaki yelkenlileridir. Şehir mimarisinin en belirgin yapı örtüsü olan kubbelerin idealist örneklerini de Anadolu mimarisi vermiştir.
Toplumların pratik alışkanlıklarına adet adı verilir ve adetler köy gibi küçük ölçekli yerleşkelerde, uzun zaman dilimi içindeki kültürel hafızanın ürünleridir. Dağlık bölge koşullarında yaşamlarını sürdüren toplumlarda adetlerle töre iç içe geçmiştir ve bu durum toplumun akilleri tarafından kanun hükmü haline getirilmiştir.
Köyden kasaba ve şehre
Bu tip toplumlarda mimari belli bir üslup geliştiremez. Kültürel olgunlaşmaya oldukça uzak olmalarından dolayı bunun göstergesi olan sanat eserleri meydana getirilemez. Bu durum göçebe toplumlar için de geçerlidir. Sürekli yer değiştiren bu tip topluluklar dini, sivil ve askeri herhangi bir mimari mekan veya merkeze ihtiyaç duymazlar.
Toplumların sosyokültürel yapılarında bir diğer grup yarı göçebelerdir. Bu tip yapının en karakteristik örneği Türklerdir. Adetler ile sosyokültürel hayatlarını büyük ölçüde sürdüren bir köy insanı yarı göçebe yapısı gereği kasaba yaşantısına öykünür. Kasabaya geçişle birlikte adetlerini de beraberinde
Ayasofya, Anadolu ve dolayısıyla dünya kültür tarihinin en önemli eseridir. Roma ve Helen mitolojisi ile Hıristiyan dininin sembol diline ait kurgularla mistik bir kokuya sahip olan Ayasofya “kutsal hikmet” anlamını taşır.
Roma İmparatorluğu döneminde 916 yıl kilise, Osmanlı İmparatorluğu’nda ise 481 yıl cami olarak kullanılan Ayasofya her iki cihan imparatorluğunun manevi hayatının merkezi olmuştur. Ayasofya’yı 532-537 yılları arasında Hıristiyanların “Azizler arasındaki büyük imparator” olarak onurlandırdıkları Jüstinyanus yaptırır. İmparatorun tamamen hayal gücüyle büyüklüğünü tasarladığı binayı Miletoslu İsadoros ve Trallesli (Aydın) Antemius adlı fizikçi ve matematikçi imparatordan aldıkları ilhamla düşüncede özgür olarak inşa ederler.
Örnek bir bina yoktu
Mimar ve mühendis olmayan bu iki bilim insanı daha önce hiç bina inşa etmemişlerdi. Öte yandan yeryüzünde imparatorun arzuladığı ölçülerde örnek teşkil edecek bir bina yoktu. Keza Ayasofya bitirildikten sonra da kimse böyle bir bina yapmaya cesaret etmemiştir. Bu bağlamda Ayasofya’nın ne öncesi ne de sonrası vardır. Ayasofya tek başınadır. Tıpkı içinde bulunduğu şehirlerin kraliçesi İstanbul gibi. Ne İstanbul’a benzeyen bir
Yarısı Anadolu, yarısı aşk üzerine birkaç şiir ve düşünce notlarından merhaba... Denizin yüreği, güneşin bahçesi ve altıncı kıta Akdeniz uygarlığının merkezi; Anadolu coğrafyası üzerinde kimi zaman karadaki denizde bulduğu her noktada derinlere dalan bir dalgıç gibi, kimi zaman da denizdeki karanın doruklarında bulduklarının heyacanı ile önüne çıkan herhangi bir Olimpos Dağı’na yükselen Pegasus gibi Anadolu kültürel mirasını tanıma yolunda özgürleşmeye çalışan yolcunun yoluna dökülenlere kulak verelim.
Kültür, “Neden?” sorusuna verilen cevapların toplamı olduğundan sanatsal tüm göstergelerde kültürel köken bilgisine mümkün mertebe ulaşılmalıdır. Bir şeyin varlık nedeni ile o şeyin göstergesi arasındaki ilişki tüm zamanlar boyunca takip edildiğinde gerçeğin gerçekliğine inen her şeye söz denir. Ve söz ne denli gerçeklikleri taşıyorsa, onun zaruri yansıması olan sanat eseri de o denli değerlenir.
Bilgenin endişesi
Köken bilgisine erişebilme çabasında karadaki denizlere dalan dalgıç her fırsatta sözlerine kulaklar arar. Söze müşteri dinlemesini ve anlamasını bilen, her sözcü sözlerini aktarırken ona, sözlere can vermelidir. Sözün can bulması onun müzikalitesi ile doğru orantılıdır. Eş
Hırka-i Şerif, Hz. Muhammed’in miraca yükselirken üzerinde bulunan hırkadır. Hırka-i Saadet ise yine Hz. Muhammed’e ait olup keçi tüyünden yapılmış geniş kollu bir hırkadır .
Hırka, Arapça “bez” anlamına gelir. Tarikat ehli arasında; kendi iradesinden soyunup şeyhinin iradesine girmiş olmayı ifade eder. Tarikatlardaki hırkalar üç grupta adlandırılır: Hırka-i tevbe nefsini ıslah etmeye istekli taliplere giydirilir. Hırka-i iradet ile talip mürit olmuştur. Remy-i hırka ise dini tören, ayin, sema sırasında müridin üzerindeki hırkadır.
Genellikle tarikatlarda hırkanın siyah olması tercih edilmiştir. Siyah renksizliğin rengi olup seyri sülukta makamların sonuna ulaşmayı ve gaybın sınırında durmayı hedefler. Mevlevilerde hırka kabir; başlarındaki sikke de nefsin mezar taşıdır. Alevi canlar arasında beyaz hırka “aşıkların giysisidir”. Sarı hırka İmam Hasan’ı işaret eder çünkü zehirlendiği gün üzerinde sarı hırka olduğu söylenir. Kızıl hırka İmam Hüseyin’i sembolize eder; Kerbela’da sapkın Yezid tarafından şehit edildiği için.
Merasimle açılırdı
Tasavvuf anlayışının özgün yolu olan Melamilerin giydikleri hırkaya “murakka hırka” denir. Murakka giyen derviş için yaradan remzi ifadeyle güneştir.
İnsan bütünsel değeriyle aşk’ın toplamıdır ve aşk sembol dilinde gül, bülbül ve dikenin birlikteliğidir.
Merhaba gülistandan bir süreliğine ayrılarak yeryüzünde insan olarak tecelli bulan gül kokulu canlar, dostlar.. Tasavvuf ehli olan sufiler: “İnsanda güzel yüzdür, yüzde güzel gözdür, insanı insan yapan ise ağzından çıkan sözdür” derler. Buradan hareketle söz; can, beden ve ruhtan ibaret olan insanın “can kokusudur”. İnsan bütünsel değeriyle aşk’ın toplamıdır ve aşk sembol dilinde gül, bülbül ve dikenin birlikteliğidir. Maşuk (sevilen) gül ise O’na aşık bülbüldür. Ya diken? Öldürmek ile değil bilmekle sorumlu olduğumuz nefs’tir. Gül; yaradana ait olan mis kokulu ruhumuzken, kalbimizin sesi bülbülün ötüşleri, aklımızın tüm hesapları ise dikenlerdir. Bu nedenle Hz. Mevlana yaratılmış her şeyi ve herkesi şu ölçüde sevdiğini söyler: “Ben aşk adını verdiğim tüm gül yüzlüleri ne aklım ile severim ne de kalbim ile severim. Olur ya! Akıl unutur kalp durur. Ben ruhum ile severim. Çünkü ruh ne unutur ne de durur.”
Kimileri diken oldu
Gül’ün henüz açılmamış hali olan gonca; insanın ruhlar aleminde yaradan ile beraberliğini, açmış halde iken de birliğin (vahdet) çokluk olarak (kesret)
Önemli olan insan olarak doğmak değil, insan olarak yaşamak ve insan olarak Yaradan’a dönmektir. İnsanlığını tarihsel, toplumsal ve elbette işlevsel olarak anlamdırmaktan yoksun olanlara insanoğlu demeliyiz. İnsan Yaradan’ın halifesidir, saf ve tertemizliğinin işaretidir, doğruluk ve adaletinin göstergesidir, cömertliğinin ve tevazusunun terazisidir. İnsanoğlu ise kaynağını Yaradan’dan aldığını unutan ve akabinde de soyunu tarihsel takvimde arayandır.
İnsan; yaratılmış tüm mahlukatın toplamı olduğundan dolayı “Her şey O’ndandır” diyebilendir; insanoğlu ise asıl kaynağa inemediğinden dolayı “Her şey O’dur” diyendir. İnsan hem mürit (öğrenci) hem de mürşittir (öğretmen). İnsan öğrenme yolunda yol alırken her yeni gün yeni bir şey söyleme çabasındadır; kendisinden önceki insanların söylediklerinden faydalanır ancak onları papağan gibi tekrar etmemek için çırpınıp durur. İnsanoğlu ise sürekli geçmişte yaşamış insanların sözlerini tekrar eder. O sözleri yaşamaya, uygulamaya gücü yetmediği için de meşrebine yakışır bir şekilde riyakarca davranışlar sergiler.
Hem öğrenci hem öğretmen
İnsan için kibir, gurur ayaklar altındadır, karşısında kim olursa olsun küçülür. Lakin ne kadar küçülürse o
Yaradan’ın yaratmış olduğu her şey isim ve sıfatlarına, biçim ve içeriklerine göre çeşitlilik gösterir. Biçimsel ve işlevsel olarak her şey belirgin oran ve ölçülerde farklı olsa da kainattaki her şeyin ortak adı “aşk”tır. Çünkü maşuk olan Yaradan; bilinme ve tanınma isteği doğrultusunda her şeyi kendi varlığından yaratmış olduğu için ve böylece her şey doğrudan O’ndan olduğundan dolayı her bir şeyin adı aşktır.
Yeryüzünde ve gökyüzünde görülen her şeyi aşk adıyla adlandıran, onlara aşkla yaklaşan ve aşkla muamele eden herkese de aşık denir. Aşık her şeyi ve herkesi maşuğa olan aşkı doğrultusunda aşkla bilir. Aşkla öğrenene aşk bilgesi denir ki bilge arayan olduğu için de aşık her gün bir başka aşka dair heyecanla arar, bulur, görür ve nihayetinde olmaya dair zaman yaratmaya çalışır. Gündüz vakti elinde fenerle adam arayan adamı aşıklar aşk feneriyle aramaktadırlar. Aşkla haşır neşir olan aşık için Sünni, Şii, Alevi, Bektaşi, Mevlevi gibi ne yollar ne de mezhepler belirleyicidir. Aşığın mezhebinin adı aşktır.
Kutsal bir araç
Aşk mezhebinden olanlar için herkes Yaradan’ın birbirinden değerli cevherleridir. Lakin kulun kulllara ettiği bu zulümler neden? Din, ırk veya mezhepler adına bu
Derviş hiçbir isim ve sıfat arzusuyla ibadet etmez. Ramazan ayı derviş olma; makam, hırka derdinden kurtulma ayıdır.
Merhaba oruç, zekat ve namazın sultanı ramazan... Bir inananın İslam dininden en fazla haz duyacağı zaman elbette ramazan ayıdır. Yüce Yaradan; Hz. Adem’den başlayarak insanoğluna tebliğ ettiği dinini son peygamberi Hz. Muhammed aracılığıyla bu ayda tamamlamaya başlamıştır. Eşdeyişle Yaradan’ın dini en son kitap ile her zamana ve mekana cevap verecek şekilde Hz. Muhammed aracılığıyla vahiy yoluyla indirilmeye başlanmıştır.
Oruç, namaz ve zekat Yaradan tarafından insanoğluna bahşedilen birer hediye olarak görülmelidir. Borç değil, her biri insanla Yaradan’ı arasında güçlü bağ kurulmasını sağlayan birer ilahi yol olarak idrak edilmelidir. Yaradan, Kuran vasıtasıyla insanoğluna “İsteyin benden” der. Lakin insanoğlu isterken benliğinin istek ve arzularına göre değil, ruhunun yönelişlerine göre istemelidir. Keza “İsterken ben yerine sen dersen sana senin istediğinden daha fazlasını veririm” diyen Yaradan’dan ramazan ayı boyunca oruç, namaz ve zekat vasıtasıyla bol bol istek ve arzularda bulunmalıyız. Esirgeyen ve bağışlayan Yaradan’dan hem kusurlarımız için af dileyelim