İslam öncesi Orta Asya Türk boyları içerisinde Tengri adı verilen bir tanrıya inanılırdı. Ve bu tanrı gökyüzünün dokuzuncu katında yaşardı.
Sayıların evrensel dili içerisinde dokuz rakamı, Türk kültür tarihinde önem arz eder. Türkler 10. yüzyılda İslam inanç dairesi içerisine büyük boylar halinde dahil olmadan önce şamanizm, maniheizm, Zerdüştlük, Hristiyan ve Musevilik gibi inanç daireleri içerisinde görülmüşlerdir. Bunun temel sebebi yarı göçebe bir hayat anlayışı sürdürmüş olmalarıdır. Sürekli yer değiştiren boylar, yurt edinmiş oldukları yeni coğrafyaların kadim inanç sistemlerine kolayca dahil olmuşlar ve akabinde yeniden yaşam sürecekleri yerlerde tanışacakları farklı inançları pek fazla zorlanmadan kabul edecekelerdir. Yerleşik hayatı yaşam anlayışları olarak benimseyene kadar bu durum devam etmiştir. İslam dairesine girildikten sonra ise bu durum kalıcılık göstermiştir. Hristiyan dininde kalan Gagauz Türkleri ile Musevi inanç dairesinde kalan Hazar Türkleri haricinde elbette...
“Kulağına küpe olsun”
İslam öncesi Orta Asya Türk boyları içerisinde Tengri adı verilen bir tanrıya inanılırdı. Ve bu tanrı gökyüzünün dokuzuncu katında yaşardı. İnanca göre Tengri her yıl bu dokuzuncu
İnsanoğlu uygarlık tarihi boyunca bilinmeyeni daima bilinir hale getirmek için çalışmıştır. Bunun temel sebebi ise bilinmeyene dair olan arkaik korkusudur; çünkü insan bilmediği şeyden ilkin korkar sonra da onu reddeder. Çevresinde gözlemlediği her şeyi önce anlamaya çalışır, ardından da tamamen kontrol altına alabilmek için anlamlandırma gayretini gösterir. Keza; anlam yüklemiş olduğu şeyleri anlamlandırarak inanç dünyasına, günlük yaşantısına o şeyleri entegre eder. Gerek doğa olayları gerekse de gökyüzündeki değişikliklere dair sorduğu bilimsel sorulara başlangıçta bilimdışı karşılıklar vererek onları anlamdırmaya çalışmış olmakla birlikte uygarlaşma yolunda elde ettiği başarılar nispetinde bilmsel cevaplar bularak korkularına çözümler getirebilmiştir.
Zengin bir ritüel
Yaşamsal ihtiyaçları, korkuları, istek ve arzuları insana inançlar geliştirme zarureti getirmiştir. Nitekim, insan neye ihtiyaç duyarsa onu yaratır neyi yaratırsa da hemen şekillendirir. Bin yıllar süren bu süreç içerisinde insanoğlunun düşünce dünyası benzer sorulara cevap vermiştir. Dünyanın farklı yerlerinde yaşayan ve birbirleriyle iletişim imkanı bulma olanakları olmayan insanlar son derece ilginç bir şekilde
Toplumların inançsal temele dayanan birçok ritüeli vardır. Anadolu coğrafyasını binlerce yıldan günümüze kadar yurt edinmiş birçok etnik ve dinsel toplumlar içerisinde de inadırıcılığını koruyan yüzlerce ritüel ve davranış biçimi bulunmaktadır. Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgeleri ritüel çeşitliliği açısından diğer bölgelere göre daha zengin örneklere sahiptir. Bunun temel nedeni ise etnik ve dinsel çeşitliliklerin bu bölgelerde daha fazla olmasındadır.
İnsanoğlu tarih boyunca (yüksek benliği anlayabilen azınlıklar haricinde) neye ihtiyaç duymuşsa onu yaratmış, neyi yaratmışsa da onu her zaman şekillendirmiştir. Şekil; yüksek benliğe hitap eden sözler içerisinde mutlaka bir şeydir. Bununla beraber, şekil kimine göre hiçbir şeydir lakin hiçbir şeyin de şekilsiz olmadığı kabul edilmelidir. Öte yandan ve genel anlamda neyin ne olduğu önemlidir; kimi zaman ise neyin ne olmadığı da en az ne olduğu kadar önem arz eder.
Ritüeller uygulanırken kullanılan söz, davranış ve sembollerin dili bizim için açıklayıcı donelerdir. Uygulayıcılar arasındaki sırlı dil kendilerinden olmayan gruplara karşı bir önlemdir. Bu sır ve sırlanmanın da temel sebebi siyasi, dini baskı ve korkulara dayanır. Çağdaş
Yeryüzü coğrafyasının hiç şüphesiz en güzel yeri İstanbul şehridir. Alphonse de Lamartine “Tarih ve coğrafyanın bütünleştiği şehir” olarak İstanbul’u gösterir. Napolyon ise “Şayet dünya tek bir devlet olsaydı, İstanbul başkent olurdu” der.
Doğu Roma ve Osmanlı imparatorluklarına başkentlik yapmış olan İstanbul’u özel kılan elbette Boğaziçi olarak işaret edilen su yolu ve Haliç su girintisidir. Asya ve Avrupa kıtalarını ayıran Boğaziçi (Bosfors / buzağı geçidi) adıyla da mitolojik söylencelere konu edilmiştir.
Boğaziçi, Doğu Roma (Bizans) döneminde önemli sayılabilecek bir yerleşke değildir. Boğaz’ın her iki yakasında az sayıda köy ve birkaç manastır bulunmaktaydı. Karadeniz üzerinden zaman zaman gelen korsanların yağma girişimleri nedeniyle Bizans bu kontrolü zor bölgeye gereken ilgiyi verememiştir. Boğaziçi kıyı ve koylarında kalıcı yerleşimi Osmanlı gerçekleştirmiştir. Özellikle de III. Ahmet ile II. Abdulhamid dönemi aralığında bu 31 kilometrelik su yolunun her iki yakasında oluşturulan yaşam ile bir medeniyet meydana getirilir. İmparatorluğun sağladığı olanaklarla inşa edilen yalı, sahilhane ve sahil saraylar ile Boğaziçi her biri birbirinden özel yapılarla donatılmıştır. 1851
Esersiz şair olarak bilinen ve bu durumdan dolayı eleştirilen Yahya Kemal Beyatlı 1884 yılında Üsküp’te dünyaya gelmiştir. Şair, düşünür ve diplomat kimliklerinin yanı sıra son derece renkli bir kişilik olarak edebiyat tarihimizde yer edinmiştir. Yahya Kemal Beyatlı divan edebiyatıyla yeni Türk edebiyatı şiiri arasında bir köprü inşa etmiştir. Bir anlamda çağdaşı olan mimar Kemalettin Bey’in mimarlıkta yapmış olduğu sentezi Yahya Kemal şiirde yapmıştır. Eskimsi yeni veya yenimsi eski olarak da Yahya Kemal’in şiirlerini düşünebiliriz.
Şiir ve edebiyatın tüm alanlarında mükemmellik endişesi içerisinde olmuş; bu endişeden uzak şiirleri ise son derece sert bir şekilde eleştirmiştir. Yahya Kemal “Mısra hassasiyetimdir” terimiyle de dizeler arasında müzikal bir ritim arar. Müzikal bir ritimden uzak şiiri tatsız, tuzsuz yemeğe benzetir. Böyle bir yemeğin yenemeyeceği gibi ritimden yoksun şiirlerin de dinlenemeyeceğini ifade eder. Bir şair ve düşünürün musikiden anlaması gerektiğini düşünür ve bu özellliği arar. Bu bağlamda “Musikiden anlamayan bizden de bir şey anlamaz” beyanında bulunmuştur. Her genişlikte mutlaka bir ritmik düzenleme olmalıdır elbette. Ahenk, uyum, ses ve söze can
Bütünsel anlamda özgür olanlar bilgelerdir. Bilgeler doğru olanı seçer, sabırla katlanır ve adaletle dağıtır. Kavramları olduğu gibi nakledenler tarif ehli kişilerdir, karşılaştığı kavramı yaşama indirgedikten sonra onu yeniden tarif edenler ise bilgelerdir. Özgürleştiği için bilge sıfatı yakıştırılan kişiler dolaysızca bakar ve dolaysızca anlamaya çalışır. Özgürleşme sürecini tamamlayamamış kişiler bir şeyin varlığına odaklanırlar ve böylece o şeyi sadece tarif edebilirler. Oysaki bilge; maddi varlıkları ve manevi algıları mahiyetleriyle bilme derdindedir. Keza bir şeyin varlığını bilmek ayrıdır. O şeyin mahiyetini anlamak ise onun özdeksel yapısına yaklaşmak demektir. Özgür bir bilge ilkin karşılaştığı her şeyi tanımlayarak öğrenir akabinde ise o tarif ettiği şeyi yaşayarak ondan kurtulur. Yani rafa kaldırmaz. Hamal gibi bilgileri biriktirmez; her bildiğini öğrenerek ondan muhaf hale gelir. Buna hal bilgeliği denir. Zaman, mekan ve makamlara göre tarif edilen şeyin tarifine giderek sorgular, doğrular ve nihayetinde uygular.
Bedenin esiri olmak
Özgürleşme yolunda yol alan soylu kişi söylediği şeyi yaşar, yaşadıktan sonra da yeni şeyler söyler. Ahkamlarını zamana göre uyarlayarak
464 yıl boyunca varlığını muhafaza eden Yeniçeri askeri örgütü kuruluş dönemlerinden itibaren zaman zaman devletin bekasını tehdit edecek olaylara sebep olmuştur.
Sultan 1. Murad, 36 Osmanlı padişahı arasında 81 yılık ömrüyle en uzun süre yaşayan Orhan Gazi’nin oğludur. Abisi Süleyman Paşa av sırasında hayatını kaybedince kendisine saltanat yolu açılmıştır. Hüdavendigar mahlasıyla bilinen 1. Murad Osmanoğulları’nın Balkanlar’a yerleşmesini sağlamıştır.
1362 yılında Balkanlar’da ele geçirdiği yerlerden gürbüz yapılı, zeki çocukları seçerek Yeniçeri Ocağı’nı kurdurmuştur. Çeri Arapça askerin Türkçesidir. Yeni bir askeri örgüt kurulduğunda bu gayrimüslim çocuklardan oluşturulan askeri sınıf mensuplarına yeni asker “Yeniçeri” adı verilir. Yaşları 10 ile 15 arasında olan çocuklar seçildikten sonra Bursa’ya gönderilirlerdi. Bursa’nın Türkmen köylerinde Türkçe öğrenir, İslam dinine girer ve devrin örf ve adetlerine göre de yetiştirilirlerdi. Fiziği ve zekası en üst düzeyde olanlar sarayın üniversitesi olarak ifade edebileceğimiz Enderun Mektebi’ne alınırdı. Enderunda yetişenler zaman içerisinde devletin yönetim sınıfını oluştururlardı. Diğerleri ise asker olarak çeşitli gruplar halinde
Dünyanın Yedi Harikası kavramı, Anadolu’nun ve elbette dünyanın ilk tarihçisi olarak kabul edilen Heredot tarafından ileri sürülmüştür. Ancak yedi eserle bu harikaları sınırlandıran ve belirleyen kişi Sidon’lu Antipatrus’dur. Mısır’daki Keops Piramidi M.Ö. 2560 yılında firavun Khufu tarafından yaptırılmıştır. Babil’in Asma Bahçeleri M.Ö. 605 yılında Babil Kralı Nabukadnezzar tarafından yaptırılır. Hellas coğrafyasının Olimpia şehrinde M.Ö. 456 yılında yaptırılan Zeus heykeli on üç metre yüksekliğindeydi. Rodos Adası’nda Güneş Tanrısı Helios için yaptırılan heykel ise M.Ö. 282 yılına aitti. Otuz iki metre yüksekliğe sahip bu heykel sadece elli altı yıl ayakta kalabilmiştir. İskenderiye Feneri M.Ö. 290 yılında gemicilerin güvenliğini sağlamak amacıyla Büyük İskender tarafından yaptırılmış olup 166 metre yüksekliğe sahipti.
Görkemli tapınak
Bu yedi harikadan iki tanesi ise Anadolu coğrafyasında inşa ettirilmiştir. Bunlardan ilki olan Efes Artemis Tapınağı, M.Ö. 550 yılında mimar Chersiphron tarafından tasarlanmıştır. 115 metre uzunluğunda 55 metre genişliğinde olan tapınak, her biri on sekiz metre yüksekliğinde 127 adet sütunla son derece görkemli bir görünüme sahipti. Diğeri ise