Bir hayat koşturmacasıdır gidiyor. Evden işe, işten eve yetişme telaşı hiç bitmiyor. Bir taraftan akşama ne yesek planları, bir taraftan yarın gidilecek doğum gününe hediye almalı. Doktor randevusuyla kuaför randevusu çakışmış. Hafta sonu gezmeye gidelim diyeceğim ama çocuğun yüzme dersi var. Eve gidince yemek yenecek, duş alınacak, işten getirilen evraklar gözden geçirilecek. Offf saat zaten akşamın bir vakti olmuş, bu trafik de bitecek gibi görünmüyor. Kış ortasındayız ama ekonomik tatil için yer seçilmeli, rezervasyon yaptırılmalı. Bu işler güçler ne zaman bitecek bilen yok. Koşturmaca hep koşturmaca. Anı yaşayan yok.
Anı nasıl yaşadığımızın hiç mi hiç farkında değiliz. Hep bir sonraki saati, bir sonraki günü, bir sonraki yılı planlama derdinde, ömrümüz akıp gidiyor.
Eve gidince yapmamız gerekenleri düşünmekten sıkışık trafikte okuduğumuz kitabın tadını alamıyoruz.
Yarın işe giderken ne giysemi düşünürken , o an üzerimizde olan kıyafetin bizi rahat yada mutlu edip etmediğini ayırt edemiyoruz.
Bir sonraki sene yapacağımız tatili planlarken bizi saran stres, keyifle gidilecek tatilin keyifle seçilmesi gerektiğini unutturuyor bize.
Duşa bile bir görev eksilsin
Kızım bu sene ilkokula başladı. Dolu dolu 7 yaşında. Yıllardır kreşe gidiyor olmasının verdiği özgüvenle okula keyifle gidiyor ve meraklı meraklı ilkokulun kreşten farkını gözlemlemeye çalışıyor.
Daha ilk günlerde yaptığımız sohbetlerin birinde bana dedi ki;
“Anne, biliyor musun? Bizim okulumuzda hiç kural yok.”
Evde kuralları olan ve çocuğuna, bu kurallara uymanın gerekliliğinden önce kurallara neden ihtiyaç olduğunu öğretmeye çalışan bir anne olarak, bunu duymak çok şaşırtıcıydı.
“Bunu çok anlamadım tatlım. Biraz açıklar mısın? Kuralları olmayan bir okulu hayal edemiyorum” dedim.
Kızım bilmiş bilmiş cevapladı. “Kural yok. Kuralları gerektiğinde biz koyuyoruz, anne. Mesela ilk gün yemekhaneye giderken hepimiz birbirimize çarptık. Çok gürültü oldu. Öğretmenimiz bu durumu engellemek için ne yapabileceğimizi sorunca, biz de kendimize kural koyduk. Bundan sonra yemekhaneye giderken sıraya gireceğiz. Bak işte kural yoktu, biz koyduk” dedi. Kızımın kocaman kocaman açtığı gözleriyle kendisinden ve arkadaşlarından gurur duyarak anlattığı bu kural koyma hikayesine ben bayıldım.
Kurallar ihtiyaçtan doğar. Ancak, önce ihtiyacı hissetmek lazım. Kargaşayı ve gürültüyü
Bir erkek, boşandıktan yıllar sonra, üstelik de eski eşini tüm ülkede tanımayan yokken, üstelikte de o eski eşten bir evladı varken, üstüne üstlük yeniden evlenmiş ve bir evlat daha sahibi olmuşken, neden eski eşini defalarca aldattığını ve yeni eşini hiç aldatmadığını ilan eder ki?
Gerek var mı? Yakışır mı?
“Feraye’yi hiç aldatmadım” cümlesine alkış mı tutmalıyız?
Zaten olması gereken bu değil mi?
Bu cümlenin haber değerinin olması, durumun abesliğinden mi geliyor?
“Hülya’yı defalarca aldatım” .
Bunu neden bugün, hem de cümle aleme açıklama gereği hissediyor ki?
Bize ne? Hatta artık Hülya Avşar’a ne?
“Ben sana söylemiştim!”
Hepimizin hayatımızda defalarca kullandığı, defalarca dinlediği, tam anlamıyla kalıplaşmış bir cümledir, bu cümle. Kelimeler değişmez, yeri değişmez. Hatta duygusu bile değişmez.
Enteresan olanı ise, bu cümleyi duymaktan hiç haz etmememize, hatta üzülüp bir de üzerine sinirlenmemize rağmen, söylemekten de geri kalmayız. Çoğu zaman fırsat bile kollarız söylemek için.
“Ben sana söylemiştim” cümlesi, dillendiren için öfkeyle birlikte haz da barındır. Uyarısı dikkate alınmadığı için otoritesine karşı şüphe edilmiş hisseder söyleyen. Fikrine güvenilmemesinin, kendisine hak verilmemesinin sinirini yaşar. Ama aynı zamanda, sonuç olumsuz da olsa, öngörüsüi gerçekleştiği için gizli bir zafer duygusu uyandırır. “Gördün mü bak, tam da söylediğim gibi oldu. Ben senden daha iyi bilirim, beni dinleseydin böyle olmazdı.” demektir aslında bu cümle. Aklının, fikrinin doğruluğunun ispatıdır. Söyleyeni bundan sonrası için danışılacak kişi yapar. Aslında öyle zanneder.
“Ben sana söylemiştim” cümlesine maruz kalan ise, dillendirenin zafer hissinin çok uzağındadır. Uyarıyı dikkate almayıp da olumsuz sonuçları yaşadığında hissettiği “keşke dinleseydim”
Sevgili Ayşe Arman, geçtiğimiz cumartesi köşesinde Türk kadının toplumsal yarasını erkeklerin gözünden anlatmış. Diyor ki “30 yaş üstü kadınlarda evlilik histerisi var.” Evlilik histerisi yaşayan bir çok kadınla çalışan biri olarak belirtmeliyim ki, tespit çok doğru. Hatta bu teze ufak bir düzeltme önerebilirim; İlk panik dalgası 25’i az geçe başlıyor.
Ayşe Arman’ın köşesinde duygu ve düşüncelerini paylaşan beyler hep aynı noktaya parmak basmış. Türk kadınları tanıştıkları andan itibaren erkeğin evlenilebilir olup olmadığını tartmaya başlıyor. Olumlu karar çıktığı anda, tüm çabaları ilişkiyi evliliğe taşımaya yöneliyor. Hal böyle olunca, hep yarına yönelik mesajları almaya başlayan erkek bunalıyor elbette ama asıl kayıp kadının. Geleceğe ve evliliğe odaklanmaktan, bugünü ve ilişkiyi yaşayamıyor aslında. Bugün birlikte geçirerek alınacak keyif uçup gidiyor. Çünkü bu akşam birlikte yenen yemekte sohbete ve birlikte eğlenmeye odaklanmak yerine, kadın erkeğin evlilikle ilgili düşüncelerini onu ürkütmeden nasıl öğrenebileceğine, onu nasıl ikna edeceğine takıyor aklını. O an akıp gidiyor.
Türk kadının çoğunun annesiyle derdi var. Anneyi memnun etmek veya annesi gibi
Anneler babalar çok iyi bilir. Çocuğunuza sarıldığınızda içinizden sıcacık bir şey akar ona doğru. Kalbinizin ısındığını, geriliminizin azaldığını hissedersiniz. Ne kadar üzgün de olsanız, o minicik canlı çeker alır elektriğinizi hem de üstüne giyinmeden. Sanki sizden çekip toprağa akıtıverir, kendi üzerinden geçirmeden. Burnunuzu onun sıcacık, hafif ekşimsi ve hala süt kokan boynuna gömdüğünüzde, hayat enerjisi alırsınız. Yaşama gücünüz tazelenir, hayata tutunma nedeninizi hatırlarsınız.
O koku, o kucaklaşma hem sarhoş edicidir hem de bağımlılık yaratır. O tombul yanakların, sıcacık boynun, sizi saramayacak kadar küçük o bedenin müptelası olursunuz. Sarıldıkça sarılasınız, öptükçe öpesiniz gelir.
Siz bir yana, çocuk için de güven kaynağıdır bu kucaklaşma. Annesi babası tarafından sevildiğini, korunduğunu bilir. Sevilmenin ve önemsenmenin gölgesinde özgüveni filizlenir. Sağlıkla, huzurla büyür gider.
Bu kucaklaşmalar özeldir. Paylaşımdır. Birlikte gelişimdir, dirençtir. “Ne olursa olsun seni seviyorum” demektir. Dokunmak ihtiyaçtır. En basit ve en açık sevgi dilidir. Günü aydınlatır. Yalnızlık duygusunu ortadan kaldırır. Korkuları hapseder, cesaret verir. Kendimize
“Bekara boşanmak kolay” derler ya, gerçekten de başından geçmeyene kolay. Özellikle biyolojik saat ilerlerken biten ilişkiler, kadın erkek demeden herkesi zorluyor. Hele ki evlilikleri bitirmek, daha zor daha can acıtıcı.
Boşanmak kendi seçimleri de olsa özellikle kadınları zorluyor. Her şeye sıfırdan başlayacak olma duygusu, çocuk sahibi olmak için geç kalmışlık korkusuna karışınca, kadınların ellerini kollarını bağlıyor. Bir çok kadın sırf bu korkular sebebiyle, bazen mutsuz bir evliliğin içerisine kendisini hapsetmeyi seçiyor. Fiziksel ya da sözel şiddet görmeyi bile yalnızlıktan daha katlanılası zannedip kaderine boyun eğiyor. Sırf yalnız kalmaktan korktuğu veya hayal ettiği çocuk fikrine, başka türlü kavuşma imkanı olamayacağını düşündüğü için, sevmediği sevilmediği ve hatta bazen insani muamele görmediği bir hapishanede yaşamı tercih ediyor.
Bir başkası daha cesur davranıyor. Boşanmayı ve beraberinde gelen zorlukları kucaklıyor. Daha mutlu bir gelecek için bir seçim yapıyor. Fakat sonrasında korkular ağır basıyor. Yalnızlığa dayanamıyor. Bunun kendi doğru seçimi olduğunu unutup, yalnızlığa mahkum hissediyor kendini. Bu defa gelişigüzel ilişkilerle oyalanmaya,
Bir çok bayan arkadaşım ya da danışanlarımla yaptığımız sohbetlerde, konu hep erkek arkadaşlarının ya da eşlerinin ne kadar duyarsız olduğundan, romantizmden hiç haberleri olmadığından, defalarca imada bulunduğu ya da başkalarının ilişkilerinden örnekler verdiği halde eşinin/sevgilisinin kendisine hiç jest yapmadığından bahsederler. “Bir gün bir çiçek alıp gelmedi”, “ Bir kere sürpriz yapsa, bir yerde yemek rezervasyonu yaptırmış olsa”, “Evlilik teklifi yaparken bile tek taş yüzük almadı” diye yakınıp dururlar. Talepler çoğu zaman benzer olsa da “Neden böyle bir beklentin olduğunu söylemedin” sorusuna verilen cevap hep aynı; “Ben söyledikten sonra ne kıymeti var, kendisi düşünmedikten sonra”
Bayanlar, kendilerinin dile getirmesi üzerine erkeğin taleplerini karşılaması durumunu doğal bulmuyorlar. Jestin zorla yapıldığını, içten gelmeden yapılan jestin suni olacağını ve mutluluk vermeyeceğini düşünüyorlar. Hemcinslerimin duygularını her ne kadar anlasam da bu görüşe çok katılmıyorum. Bunu bir beklentilerinizi tanıtma süreci olarak görürseniz; en azından siz istediniz diye jest yapması hiç yapmamasından iyi değil mi? Hiç değilse, sizin isteklerinize ve ağzınızdan çıkan