“Aşk” ve “sevgi” farklı çağrışımlar yapar aklımda. İkisini farklı tanımlar, farklı değeler yüklerim. Ama bir sıralama yoktur aralarında. Her ikisi de sanki ayrı kategoride, ayrı değerdedir ve ikisini de yaşamak, insanın gözüne hiç silinmeyecek pırıltılar ekler, yüz çizgilerine derin anlamlar katar diye düşünürüm.
Aşkı sevgiden ayıran, başka duyguları da içinde barındıran bir bütün olmasıdır sanki. Aşkın içinde korku vardır. Endişe vardır. Kaybetme korkusu o kadar güçlüdür ki, daha çok özeni, daha çok tutkuyu, heyecanı, kalp çarpmasını içinde saklar. “Evlilik aşkı öldürür” denir ya. Başka bir anlamıyla doğrudur aslında. Evlilik sevgiyi besler, büyütür. Ama, her evlilik aşkın kimyasına uygun değildir.
Düşünsenize kavga ettiğiniz sevgilinizi…. Belki gururunuz izin vermez özür dilemeye, arayıp da “gel” demeye... Ama aşıksanız midenize kramplar girer ya aramazsa diye. Ya bir daha hiç gelmezse, ya hiç aramazsa…. Kaybetme korkusu ve endişe ruhunuzu delip geçer.
Oysa eşinizse kavga ettiğiniz…. Öyle bir ayağı çukurda evliliklerden bahsetmiyorum elbette. Normalde her şeyin yolunda olduğu, bir ömür boyunca süreceğine güvendiğiniz evliliklerden bahsediyorum. Ama insanız ya, hata
Yeni neslin evliliklerinde, “ aile reisi” kavramı demode kabul ediliyor ve evliliklerde demokrasi kavramı benimseniyor. Daha önceki nesillerde, alt komşuya kahve içmek için giderken bile izin alması gereken kadın profilinin yerine, artık kendi ayakları üzerinde durabilen, hayatı eşiyle eşit haklarla paylaşabilen kadınları, eşinin velisi olmadığının, dilekçe kabul edip “izin” belgesi vermekle yükümlü bir devlet dairesi olmadığının farkında olan erkekleri görmek çok sevindirici. Ancak evlerdeki bu demokrasi anlayışının, avantajları olduğu kadar dezavantajları da olası.
Evlilikler günümüzde, çok daha karşılıklı anlayış ve birlikte alınan kararlarla ilerliyor. Ancak iki kişilik cumhuriyetlerde demokrasiyi oturtmak da çok kolay değil. Herkesin eşit söz hakkı olduğu bir konuda, ortak kararlar almaya çalışırken, fikir ayrılıkları çok yıpratıcı olabiliyor. Çiftlerin farklı fikirleri, hele ki birbirlerini ikna edemedikleri durumlarda, karar almalarını zorlaştırdığı gibi, gerginlik sebebi de olabiliyor.
Oysa evliliklerde demokrasi anlayışını oturturken, çiftlerden her birinin daha etkin olacağı alanları saptamak gerekliliği unutulmamalı. Bu saptamalar mutlaka önceden oturup
Aylardır üzerinde emek verdiğimiz “Süper Dadı “adlı TV programı, TRT’de yayına girdi. İlk bölümümüz için gönderdiğiniz bütün güzel yorumlarınıza ve mesajlarınıza teşekkür ederim.
“Süper Dadı”, çocuklarının olumsuz davranışlarıyla baş etmekte zorlanan ailelere yardımcı olmayı hedefleyen bir program. Ekrana yansıyan bir saatin ardında, ben ve programın danışmanlığını yapan uzman psikologlarımız ve ekibimiz, yaklaşık 10 günlük bir süreyle ailemizle birlikte oluyoruz. Hem de sabah çocukların uyandıkları saatten, uyudukları zamana kadar. Bu süre zarfında anne ve babaları, çocuklarının kabul edilemez davranışlarıyla baş etmeleri konusunda desteklemeye çalışıyoruz.
Ailelerimizin çocukları konusunda yakınmaları genelde benzer;
“Gece yarısına kadar yatıramıyorum.”
“ Bensiz yatmıyor, tek başına uyutamıyorum.”
“Biberonu bıraktıramıyorum.”
“Sofraya oturtamıyorum, tabak elinde peşinde koşuyorum.”
“Banyoya sokamıyorum”. Vs vs
“Empati” günlük dilimize gireli çok olmadı. Şimdilerde herkesin dilinde. Fakat “empati”yi ne kadar biliyor, ilişkilerimizde ne kadar kullanabiliyoruz?
“Empati” nin altı kademesinden bahsedilir;
1-İçgüdüsel Empati; Bütün canlıların dünyaya gelirken beraberinde taşıdığı temel empati.
Haberleri izlerken , sevdiğimiz bir filmde izlediğimiz duygusal bir sahnede döktüğümüz gözyaşları, bu içgüdüsel empatinin sonucu. Başkasının canı yandığında verdiğimiz tepki, mutlaka aynı acıyı deneyimlemiş olmamızdan değil, empati kurabilmiş olmamızın doğal tepksidir. Aynı şekilde başkalarının yaşadığını varsaydığımız kaygı, endişe, üzüntü, stres ve duygusal acı gibi duygulara da aynı şekilde empatiyle karşılık verip hislerini paylaşıyoruz.
2-İlişkisel Empati; İlişki içinde bulunduğumuz insanların duygularına verdiğimiz tepkiler.
İlişkimizin yakınlığına orantılı olarak, duygularına da o denli duyarlı tepkiler veririz. Annemizin üzüntüsüne, her zaman alışveriş yaptığımız mağazanın sahibinin üzüntüsünden daha fazla duyarlı olmamız gibi. Bu nedenle sevgilimizi üzen arkadaşını düşman, onun en iyi arkadaşını dost belleyebiliriz.
3-Deneyimsel empati; Kendi
Kaynanamı gözüm görmese olur mu?
Kayınvalide gelin arasında problemler yaşandığında, özellikle gelinlerin aklına ilk gelen çözüm ilişkiyi kesmek oluyor maalesef. Aileyle görüşülmezlerse konu kapanacak, artık bu konuda sorun yaşamayacaklar zannediyorlar. Ama maalesef öyle olmuyor. Bu defa da başka sorunlar doğuyor.
Aileyle ilişkinin kesilmesinden başka yolun kalmadığı durumlar da yaşanıyor ne yazık ki. Ancak mümkünse en son çare bile olmaması gereken bu durum, hele bir de eşlerin ortak kararı olmadığı zamanlarda başka krizlere yol açıyor.
Bir masa düşünün. İki ayağını eşler,yani kadın ve erkek oluşturuyorsa, diğer ayağını kadının ailesi, dördüncü ayağını da erkeğin ailesi oluşturuyor. Ayaklarından biri eksik olan masa, dengede duramıyor. Sallanıyor.
Düşünelim ki, kadın isyan etmiş artık. Erkeğe ailesiyle görüşmeyeceğini söylemiş. Erkek de gönlü razı olmamakla birlikte, çaresiz kabullenmiş. Ardından erkeğin ailesine gittiği zamanlarla ilgili krizler başlıyor. Kadın diyor ki “aileni görmek için birlikte olacağımız zamanlardan mı çalacaksın”. Ardından, varsa çocukların büyükleri ziyaretleri sorun olmaya başlıyor. Kadın anlaşamadığı, görüşmeme kararı aldığı büyüklere
Her yeni yıl sabahı, bazen ayın ilk günü, hatta bazen her pazartesi değişim kararlarıyla başlanır güne. Sihirli bir değnek değecekmiş de hayatımız tamamen değişecekmişçesine, umutlar o güne yüklenir. “Bu yıl daha çok spor yapacağım” ya da “Bu ay para biriktireceğim” ve “Bu pazartesi rejime başlıyorum” cümlelerine yabancı değilsinizdir herhalde.
Fakat işi oluruna bıraktığımız her konu gibi, bu niyetler de çaba olmazsa boşa çıkar. Ya da gelin “çaba” demeyelim de, “istikrarlı çaba” diyelim. Hepimiz sadece üç gün çabalayıp sonra bırakmanın işe yaramadığını defalarca test etmişizdir. Peki, istikrarı nasıl sağlayacağız?
Örneğin, dedik ya pazartesi rejime başlamaya niyetlendiniz. Öncelikle altında yatan sebebi belirleyelim;
Neden rejim yapmak istiyorsunuz?
Kilo vermek için.
Neden kilo vermek istiyorsunuz?
Daha güzel görünmek, daha sağlıklı olmak vs. için.
Peki o zaman, kendinizi daha güzel hissetmek için kilo vermeyi beklemeyin. Şimdiden güzel görünmeye gayret edin. İçine saklandığınız o bol kıyafetleri çıkarın üzerinizden. Biliyorum içinizden gelmiyor ama gayret. Gidin bir saçınızı düzeltin, makyajınızı yapın. Geçin aynanın karşısına. Şimdi daha güzelsiniz değil
Bir seneyi daha geride bırakıyoruz.
Dolu dolu geçen, ama maalesef ağzımızda acı bir tat bırakan bir yıldı. Bu satırları yazarken hala şehitlerimizin ve ardından depremde yitirdiğimiz canların acısı var yüreğimde. Dilerim bu son olsun, Allah başka acı yaşatmasın memleketimize.
Bu sene kitabım “Hayat, bazen…”in doğumunu yaşadım. Aldığım güzel eleştirilerle, ortaya koyduğum eserimin “ya beğenilmezse” kaygılarının yarattığı mide ağrılarından kurtuldum.
Aylık yazılarımı sizlerle bu sayfalarda paylaştım. Sizlerden gelen mailler ve telefonlarla ulaşabildiğim her kişiyi hissetmek beni mutlu etti, duygulandırdı.
Bugünlerde hazırlığını yaptığımız Tv projesiyle, daha fazla aileye yardım edebilecek, özellikle de çocuklara katkıda bulunabilecek olmak beni heyecanlandırıyor.
Çalışmak, daha çok çalışmak istiyorum.
Çünkü ulusça yaşadığımız bu acı günleri ancak çalışarak atlatabileceğimize inanıyorum. Bu acıların yaşattığı travmalar, ancak çalışıp, bedenimizi aklımızı meşgul tutarak atlatılır. Ancak biz dinç ve ayakta olarak, tökezleyip düşenleri ayağa kaldırabiliriz. Biz çalışıp kazanırsak eğer, ekmeğimizin yarısını ihtiyacı olanlarla paylaşabiliriz.
Yas değil, çalışma zamanı…
“Aşk başa gelince akıl tatile çıkar” denir ya, aşk hakikaten önce başa geliyor. Yani kalpten değil, baştan ve beyinden başlıyor. Kalbe deli gibi atmasını beyin söylüyor. Tansiyonumuz artıyor, avuçlarımız terliyor…. Peki ama neden o? Neden bir başkasına değil de ona aşık oluyoruz?
Aşk, ne kadar deli bozuk bir duygu olsa da, aşık olunca gönül ferman dinlemese de, önce beş duyumuzun onayını alıyor. Nasıl mı?
Gözümüzün onaylaması gerek önce. Yakışıklı ya da güzel bulmasak da olur. Ama gözümüze çirkin gelmemeli. Çirkin bulduğumuza aşık olamıyoruz.
Kokusunun bizi çekmesi gerek. Ten kokusu insanların birbirleri ile kuracakları bağı direkt etkileyen bir etmen. Ne demişler ? “Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa anlaşır”. Ancak konuşmak ve hatta öpüşmek, koklaşmanın evrimleşmiş şeklidir. Karşımızdaki yabancıyla anlaşıp anlaşamayacağımızı anlamak için önce koklaşmamız ve kokusunu sevmemiz gerek.
Ses yarışması yapmıyoruz ama ses tonunu itici bulduğumuz birine aşık olamıyoruz. Düşünsenize, sesine tahammül edemediğiniz birinden duyacağınız aşk sözcükleri sizi ne kadar duygulandırabilir?
Öpüşmek, koklaşmanın evrimleşmiş halidir demiştik. Gördük, duyduk,