Çok sevdiği insanla evlenip aynı evi paylaşmaya başlayan, fakat özellikle ilk aylarda ilişkisinin bambaşka bir kimliğe büründüğünü görüp umutsuzluğa düşen ve hatta paniğe kapılan çok çift var. Birçoğu, eşinin evlenince değiştiğini savunuyor, kimi evliliğin aşkı öldürdüğünü düşünüyor. Kimi kendisini kandırılmış hissediyor, kimi ise yanlış bir evlilik yaptığını.
Tüm bunların doğru olma ihtimali de var elbette ama henüz karar vermek için çok erken.
Evliliğin özellikle ilk senesi çok zordur. Her şeyden önce evlilik bu kadar güle oynaya yapılan bir şey olmasına rağmen bir travmadır aslında. Düşünsenize, hayatınız değişiyor. Ailenizin, bekârlık günlerinizin, tek başınıza yaşadığınız hayatın içinde bir pencere açıp, artık merkezi iki kişilik olan bir dünya yaratıyorsunuz kendinize. Eşinizi ne kadar çok severseniz sevin, zor bir tarafı var.
Her şeyden önce yeni bir ev, yeni bir düzen. Birlikte yaşama hayalleri, evde düzen anlayışının denk olmamasıyla, harcama
Genelde teknolojiyi, erkeklerin kadınlardan daha çok takip ettiğini zannederdim. Öyle ya yeni çıkan TV’leri ve ses sistemlerini almak isteyenler, çoğunlukla erkeklerdir. Çocukları ağlarken ondan değil de, Playstation’ından gözünü ayıramayan da. Kadınlar daha çok, koltuk takımlarının değişimini planlar, perdelerle halıları uydurmaya çalışırlarken, erkekler bilmem kaç vites araba, bilmem kaç mega piksel kameralı cep telefonlarını takip ederler. Matrix, Avatar gibi filmlerin hayranlarının büyük yüzdesi erkeklerdir örneğin. Elbette teknolojiye yakın kadınlar da vardır ama çoğunlukla erkekler daha yatkın diye düşünür-düm.
Son dönemde özellikle fark ediyorum ki kadınlar, başka amaçlarla da olsa teknolojiye merak sarmış ve kullanıyorlar. Bir ara dedektif tutmak moda değil miydi? Şimdi kimse dedektiflere ihtiyaç duymuyor galiba. Zira kameralar, dinleme cihazları vs. sayesinde herkes dedektif olmuş.
Son dönemde ihanet sebebiyle evliliği çalkalanan danışanlarımın sayısında ciddi artış var. Ben bunun başlangıç
Çocuklarımıza söylediğimiz ya da en azından çocukken büyüklerimizden duyduğumuz cümleler vardır. “Çok ayıp, insan arkadaşına küser mi hiç?” Ama günü gelince, bu cümleyi duyan da, söyleyen de belki arkadaşına değil, ama eşine küsüyor. Arkadaşa küsmek ayıp ama eşe küsmek mubah galiba.
Kocaman insanlarız ama, sorunlarımızı küserek halletmeyi deniyoruz ediyoruz çoğu zaman. Derdimizi anlatamayınca, küsüyoruz. Küsünce anlıyor mu karşımızdaki? Hayır. Çoğu zaman küslükten bıkıp barışıyoruz, çok uzadığı için yılıyoruz.Ama sorun çözülmüş olmuyor. Hatta onca zaman küs kalmış olmanın üzerine, konuyu açıp tekrar küsmeyi göze alamadığımız için rafa kaldırıyoruz sorunu.
Anlamıyorum ki aynı evin içinde konuşmadan nasıl yaşanır. Hiç mi sorulacak bir şey yok. Oturup konuşsanıza sorununuzu. Cevap hep aynı. “Denedik, konuşamadık.Kavga ettik.” Hayır, siz konuşmayı denemediniz. Siz kendi düşüncenizi kabul ettirmeye çalıştınız.
Toplantının tam ortasında, karşımdaki hanımın yüzü allak bullak oldu. Bahsettiğim hanım, oldukça büyük bir firmanın insan kaynakları müdürü. Çok iyi eğitimli, geldiği yeri hak etmek için çok çalışmış, kendine her daim bir şeyler katmaya uğraşmış, son derece hoş görünümlü ve akıllı bir kadın. Toplantımızın konusu, çalıştığı kurum için düşündüğü, özellikle “ilişkiler” üzerine bir eğitim. Bilgisayarlarımız önümüzde, eğitimi planlıyoruz. Allak bullak olmasının sebebi ise eşinden gelen e-mail. Eşi onu terk ettiğini haber veriyor. E-maille!
Evliliğin kötü gitmesini anlayabilirim. Mutsuz bir evliliği sürdürmek yerine yalnız ama mutlu olmayı seçmek de olağan. “Terk etmek” çok tek taraflı ve acımasız bir fiil gelir bana. Konuşarak, anlaşarak, ayrılıkta bile uzlaşılabilir çünkü. Hadi onu da geçtim. Ya e-maille terk etmek neyin nesi?
Bunca zamanlık ilişki, bunca paylaşım nasıl iki satıra sığar? Okuyanın durumu bu kadar mı umurunda olmaz insanın? Bu
Hepimizin hayatında benzer hikâyeler vardır. Ekonomik koşulları sebebiyle ya da çocuklarına nasıl bakacağı kaygısıyla kötü giden evliliğinden kurtulma şansı olmayan, hayatını bir hapishanede yaşayan çok kadın hikâyesi var maalesef. Ben şimdi bu mağduriyeti değil, direnişi anlatmak istiyorum size.
Son derece mutlu görünen bir çiftlerdi. Kocası, hani denir ya, tam aile babası, dost meclislerinde muhabbeti çeken, sözüne sohbetine doyum olmaz, babacan, güler yüzlü bir adamdı. İki sevimli kızları, eş,dost, akraba, her şey tastamam. İşleri de iyiydi, halleri vakitleri yerinde, daha ne olsun?
Sonra bu kızları için deli olan “baba”nın gözleri, evini kızlarını görmez oldu. Âşık olmuştu. Evli ve çocuklu olmasının yeni aşkı için yarattığı dezavantajı, parayla kapatmaya çalışmasından olsa gerek, birden iflasın eşiğine geldi. Çünkü bütün mal varlığını tek tek ipoteklemiş, satmış, sonra da ağır banka faizlerinin altında kalakalmıştı.
Karısı hem aldatıldığını, hem beş parasız kaldıklarını aynı anda öğrendi. “Çocuklarımın rızkı”, “gelecek garantileri” dediği yatırımların bir anda uçup gitmiş olduğunu, kendilerinden alınanların başkalarına akıtılmış olduğunu ve bunca yıldır “canım” deyip sardığı
Tuzumuz kuruyken başkasını eleştirmek ne kadar kolay. Hepimizin zaman zaman boş bulunup içine düştüğümüz bir tuzak bu. “Ben hiç yapmam” demeyin, mutlaka benzer cümleler kurmuşsunuzdur. “Hiç”, hiç mümkün değil.
Gazeteyi açıp okuduğunuzda, gözünüze ilk çarpan yazı. Bilmem kim şöhret olup parayı bulduktan sonra zavallı babasını sokakta bırakmış. Ne ayıp! İyi de bu adam evladına hayatı boyunca bakmamış, şimdi çocuğu şöhret ve para sahibi olunca “babalık hakkı” diye tutturmuş. Kimin ayıbı şimdi bu? İlk cümleyi okuduğunuzda eleştirmediniz mi, itiraf edin.
Şimdi mutlu bir eş, bir anne, başarılı bir sanatçı. Günün birinde, birden gençliğine ait bir hata tüm imajını yerle bir ediyor. Gazeteler yerden yere vuruyor. Bugünkü başarılarının, geldiği noktaya ulaşmak için ne kadar çok çalıştığının hiç önemi kalmamış. Siz olsaydınız asla yapmazdınız değil mi? Evet belki yapmazdınız. Peki, siz hiç, bir başkasının asla yapmayacağı bir hata yapmadınız mı hayatınızda. Sizin
Hayatınızda kaç kere “Bende şans olsaydı zaten…” ile başlayan cümleler kurdunuz?
Etrafınıza baktığınızda bazı insanlar için hayat ne kadar kolay öyle değil mi? Halbuki ondaki şans sizde olsaydı, siz neler yapardınız, ne kadar iyi kullanırdınız evrenin size sağladı torpili öyle değil mi? Size de babanızdan bu kadar mal mülk kalmış olsaydı, siz de onlar gibi yaşar hatta üzerine fazlasını koyardınız. Şimdi iş arayıp durmak, ya da nefret ettiğiniz bir işte, yerini hiç hak etmeyen müdürünüzün kaprislerini çekmek yerine, aile şirketinin başına geçmek gibi bir şansınız olsaydı. Belki de bırakın şirketi yönetmeyi, bir holding haline bile getirirdiniz onu. Peki, zaten şu meşhur doğmuş, ünlülerin kucağında büyümüş, zaten ömrü boyunca yan gelip yatsa , torunlarını bile geçindirecek kadar parası olan sosyeteye ne demeli. Eh tabi, insan ünlü birinin çocuğu olunca zaten bütün kapılar açılıyor önünde.Birilerine ulaşmak, kendini beğendirmek için hiç gayret göstermesine gerek
Bu internet olayı insanların hayatını kolaylaştırdı mı, yoksa izole bir yaşam mı sundu bize tartışılır. Teknolojinin nimetlerinden faydalanalım da doğum günlerini bile mesajla, e-maillerle kutlar olduk artık. Eskiden her bayram sevdiklerimizin sesini duyar, hazır konuşurken en kısa zamanda buluşmak üzere randevulaşıverirdik. Şimdi sevdiklerimizin sesiyle günümüzün aydınlanması yerine, can sıkıntımızı tetikleyen bilgisayar ekranıyla haşır neşir oluyoruz.
Eskiden eskiden deyip duruyorum ama zannetmeyin ki Beyoğlu’na döpiyeslerle çıkılan zamanlara şahit oldum. Olmadım. Ben de teknoloji çağını yakaladım. Ancak danışanlarımdan biliyorum, teknolojinin insan hayatına kolaylıkla beraber yalnızlık da getirdiğini.
Sanal alem ve hayal kırıklıkları
Öyle çok insan var ki, sokaklara çıkmak, arkadaşlarıyla buluşmak yerine internetten yeni arkadaşlar edinmeyi tercih eden... Bu yalnız olmanın sonucu mu, yoksa sebebi mi artık birbirine karışmış. İnternette doğan aşk(!)larla bir ömür planlayıp da sonunda bin bir hayal kırıklığı ile “yine olmadı” kuyusunun içine düşerek yaşıyor artık