Gazetelerin hafta sonlarından birinin ekinde okuduğum bir haberi sizinle paylaşmak istiyorum. İsmi lazım değil, “Eski Manken” olduğu yazılan genç bir hanımın beyanı bu haber. Mankenlerimiz hiç kızmasın, haber manken olması değil, bu mesleği adına sıfat olsun diye yakıştırması sorun bence.
Kaddafi’nin oğlu Saif’le yaşadığı ilişkiden yola çıkarak aile içi ilişkilerini, Kaddafi’nin sarayını ve Libya’nın durumu hakkındaki görüşlerini paylaşmış. Dikkatimi çeken cümleler gazetede yazıldığı gibi paylaşıyorum;
“Bütün varlığımı, arabamı, evlerimi ona borçluyum. Ama aramızda sevgi bağı yoktu.”
Nasıl yani? Bir kadın bu cümleyi, bu cümleye sebep olan ilişkiyi nasıl kendisine yakıştırır, hadi yakıştırdı, onun özel hayatı diyelim ve bunu nasıl bu kadar rahat açıklar?
Kimse sormaz mı, aranızda sevgi bağı yoktu da hangi bağ vardı, sevgi olmayan bir ilişkinin sebebi ne olur o zaman, diye? Sen bu mal varlığını, bu adamın eşi değilsin ve hatta belli ki sevgi-lisi bile değilken, nasıl kabul ettin demezler mi ? Bu adam , neyin karşılığı olarak sana bu evleri
“Desperate Housewives” adlı diziyi bilir misiniz? Yaklaşık 7 senedir süren ve bir çok ödül alan bu dizi, Türkiye’de de tam çevirisi “Çaresiz Ev Kadınları” adı ile yayınlanıyor. İlişkileri son derece renkli bir şekilde irdeleyen, farklı karakterlerin olayları farklı yorumlamasıyla hem bakış açılarının farklılığını ortaya koyması hem de eğlendirmesi sebebiyle kaçırmadan ,izlemeye gayret ettiğim bir dizi.
Dizinin bir bölümünde, üzerinde bir hayli düşünmemi sağlayan ve aslında hayatın her zorluğunda sık sık içine düştüğümüz bir yanlışı vurguladığına inandığım bir konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Dizinin karakterlerinden Lynett Scavo, izleyenler bilir, son derece realist, güçlü ve çok zeki bir kadın. Son derece parlak olan kariyerine, üst üste doğurduğu çocuklarına bakmak için ara veren, ama bunu mutlulukla yapan bir anne. Sorunların üzerine gitmeyi bilen, kolay kolay yılmayan, kriz anlarında çözümleri herkesten önce üretebilen bir kadın.
Eskiden olsa başka benzetmeler yapardık. Ama şimdi, “Muhteşem Yüzyıl” dizisi hayatımıza girdiğinden beri, yaşananları dizinin bize anımsattığı kelimelerle betimliyoruz ister istemez.
Dizinin ilk bölümlerine tepki gösterenleri yeniden düşünmeye davet etmek lazım. İlk bölümdeki harem ilişkilerine tepki gösterenler, günümüzde izlediğimiz tabloya da tepki gösteriyor mu acaba? Gazetelerde boy boy yer alan “Tatlıses ve kadınları” başlıklı yazılar onlara ne düşündürüyor bilmem ama bana harem hiyerarşisini hatırlatıyor.
Belli ki günümüzde de Haseki olmak önemli. Erkek çocuğu annesi, kız çocuğu annesine ve o da çocuksuz gözdeye dil uzatabilir durumda. Derya Tuna ve Ayşegül Yıldız’ın hastane odasında yine kavga ettiler yorumları bana bunları düşündürüyor. Zannetmeyin ki İbrahim Tatlıses’i “padişah” mertebesine koyuyorum, ama o kendisine “İmparator” diyor, dedirtiyor.
Bir hastane ortamında, kimin kimi ne kadar göreceği konusunda birbirine giren bu iki kadın,İbrahim
Bana e-mail veya telefonla ulaşıp yardım isteyen çok insan var. Dilim döndüğünce, bunun doğru bir yöntem olmadığını,kendilerini tanımadan ve durumlarını net olarak anlamadan birkaç cümleyle tavsiyede bulunamayacağımı, meseleyi tam olarak anlamadan yorum yapmanın, yarardan çok zarar getirebileceğini anlatmaya çalışıyorum.
Bu tür taleplerin çoğunda ortak bir paydanın olması dikkatimi çekiyor. Hemen hepsinde izlediğim geç kalınmış bir çaresizlik ve gerçeği kabullenememe durumu. Gerçeklerle yüzleşmek ve adım atmaktan korkmaları çaresiz hisseden bireyler, aslında yardım değil sihirli bir değnek arıyorlar. Kendilerini geliştirmek ya da mutsuz oldukları durumu değiştirmek için doğru adımların ne olduğunu öğrenmek yerine, karşılarındaki kişiyi değiştirebilecek ezbere bir formül aslında aradıkları.
Örneğin;
Yaklaşık on beş senelik evli bir hanım, evliliğinin en başından beri şiddete, hakarete maruz kaldığını anlatıyor. Son derece huzursuz bir evin içersinde yılları peş peşe doğurduğu çocuklara bakarak, eşinin eve gelmediği geceleri
Bana e-mail veya telefonla ulaşıp yardım isteyen çok insan var. Dilim döndüğünce, bunun doğru bir yöntem olmadığını,kendilerini tanımadan ve durumlarını net olarak anlamadan birkaç cümleyle tavsiyede bulunamayacağımı, meseleyi tam olarak anlamadan yorum yapmanın, yarardan çok zarar getirebileceğini anlatmaya çalışıyorum.
Bu tür taleplerin çoğunda ortak bir paydanın olması dikkatimi çekiyor. Hemen hepsinde izlediğim geç kalınmış bir çaresizlik ve gerçeği kabullenememe durumu. Gerçeklerle yüzleşmek ve adım atmaktan korkmaları çaresiz hisseden bireyler, aslında yardım değil sihirli bir değnek arıyorlar. Kendilerini geliştirmek ya da mutsuz oldukları durumu değiştirmek için doğru adımların ne olduğunu öğrenmek yerine, karşılarındaki kişiyi değiştirebilecek ezbere bir formül aslında aradıkları.
Örneğin;
Yaklaşık on beş senelik evli bir hanım, evliliğinin en başından beri şiddete, hakarete maruz kaldığını anlatıyor. Son derece huzursuz bir evin içersinde yılları peş peşe doğurduğu çocuklara bakarak, eşinin eve gelmediği geceleri ağlayarak
“Ya sonra” tam da daha önce yazılarımla vurguladığım noktaya dikkat çeken bir film. Prens ve prenses, uzun mücadelelerden sonra bir araya gelirler. Prensin kahramanlıkları prensesin, prensesin zarafeti ise prensin başını döndürmüştür. Aşk her yanlarını sarmış, gözleri kör olmuştur. Evlenirler. Ve……mutlu SON. Ya SONRA?
Mutlu sonlarla biten masallarla büyüdük. Mutlu son ise hep evlilik oldu. Sanki evlenmek bir “son”muş gibi. Elbette masum çocukların, güzel uykulara dalması, huzurlu rüyalar görmesi için böyle mutlu sonlar gerekiyor. Mutlu sondan sonra başlayan yanlış evliliklerle çocuklara kabus mu görsün, Allah korusun!
Oysa masalın bittiği, gerçeklerin başladığı bir çok yaşamda, zaman böyle mutlu ilerlemiyor. Tıpkı filmdeki gibi.
Prenses çoğu zaman prensinin aslında gerçek bir kahraman olmadığını keşfediyor. Hayatın içindeki sorunlar karşısında, masalda ejderhalara kılıç sallayan prensini hayal ederken, bir de bakıyor iş başa düşmüş. Güçlü olmak,
Erkek diyor ki…“ Bunca yıldır çalışıyorum. Kazandığım parayı gidip de dışarıda harcamadım hiç. Hatta kendime alacağıma karıma ve çocuğuma aldım. Önce onların ihtiyaçlarını giderdim. Bunca yıl, eşime hiç “para yok, alamazsın” demedim. “Onu kaça aldın” demedim. Gidip de dışarıda gezmelere, arkadaş sofralarına yatırmadım kazandığımı. Başka kadınlara, aileme de vermedim. Elimden geleni yaptım. Ama kazandığım belli, ne yapayım. Çok büyük paralar kazanamadım. Belki lüks içinde yaşatamadım eşimi ama, olsa yapmaz mıydım?
Hep ailem için çalıştım. Peki şimdi ne oldu…………. İşlerim ters döndüğünde karım bile yüzüme gülmüyor. Sanki ben istemez miyim daha çok kazanmayı, eve daha çok getirmeyi, güzel yerlerde yemekleri, tatilleri. Ama evlilik ortaklıkmış gerçekten, kar olmayınca ortaklık da sallanmaya başladı. Eve para getiremeyince sanki eşimin saygısı kalmadı bana. Beğenmeyerek bakıyor yüzüme. Hayatta hiç düşmeye gelmiyor. Bir kere düştün
Kadınlar hep daha romantik. Sevdiği adamla bir ömür boyu mutlu yaşayacağı inancıyla evlilik imzası atar. Kadınlar hep daha anaç. Yeri gelir mutsuz da olsa, çocuklarını babalarından uzaklaştırmamak için devam eder, katlanır. Kadınlar hep daha sabırlı. Bir gün erkeğinin değişeceği, evliliğinin düzelebileceği ümidiyle yol almaya devam eder, kendi ümitlerini kendi besler. Kadınlar hep daha güçlü. Derdini anlatmaya çalışır, yardım almayı teklif eder, elinden gelenin fazlasını yapar.
Ama sonunda kadınlar da yorulur bazen, pes eder, gider.
Terk etmeye karar veren kadın, erkeğinin yaptığı hataları saymaya başladığı zaman uzun listeler çıkar ortaya.
“Benimle konuşmuyor, sanki konuşacak hiçbir şeyimiz kalmadı.”
“Benimle vakit geçirmek istemiyor, arkadaşlarını benimle olmaya tercih ediyor.”
“Ailesine karşı beni korumuyor, ezilmeme müsaade ediyor.”
“Benim yaptığım harcamalara çok müdahale ediyor, sanki ben boş yere para israf eden müsrif bir kadınım.”
“Çocuklarının babası değil sponsoru sanki, parayı verip kaçıyo