2001 yılında Sisam Adası’nda bir Türk ve bir Yunanlı bir zeytin ağacı diktiler ve bu ağacı “barış”a adadılar. Birkaç yıl sonra Türk olan hayatını kaybetti. Yunanlı adam, dostunun İstanbul’daki mezarına koştu ve o zeytin ağacından kopardığı dalları mezarın üstüne bıraktı.
O iki adam İsmail Cem ve Yorgo Papandreu’ydu. Türkiye ve Yunanistan’ın iki efsane dışişleri bakanı. Barışa niyet etmiş; Ege Denizi’ni iki ülkeyi ayıran değil, bir araya getiren bir deniz yapan o iki devlet adamı. Ne yazık ki o ağacı dikerken “Her yıl dünyada barış için çalışan birine ödül verelim” diye karar almalarına rağmen, Cem’in ömrü buna vefa etmedi.
İşte dün İsmail Cem’in ölüm yıl dönümüydü. Türkiye hâlâ onun boğuştuğu Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Yunanistan meseleleriyle uğraşıyor. İşte tam da böyle bir zamanda, Cem’in estirmeyi başardığı barış rüzgârı bugünün çözümsüz gibi görünen sorunlarının hiç de öyle olmadığını bize hatırlatıyor.
Cem’in
Geçtiğimiz yıl dünyada zenginler tarihte hiç olmadıkları kadar zengin oldular. Fakirler ise hiç bu kadar fakir olmamıştı. Zengin ile fakir arasındaki uçurum ilk kez bu kadar açıldı. Bunu ortaya koyan, İngiliz yardım kuruluşu Oxfam. Her yıl olduğu gibi bu yıl da Davos Zirvesi öncesinde yıllık raporunu açıkladı. Böylelikle her sene olduğu gibi insanoğlunun “envanteri” ortalığa saçıldı.
52 kişi dünyaya bedel
Bugün üzerinde yaşadığımız gezegende, en zengin 26 kişinin serveti dünya nüfusunun yarısının, yani 3.8 milyar kişinin servetine eşit. Düz hesap yaparsak, 52 kişi tüm dünya nüfusu kadar zengin! Dahası, bu en zenginlerin sayısı 2017 yılında 43 iken, 2016’da 61 imiş. Yani para gitgide daha az kişinin elinde toplanıyor.Biraz daha rakam verelim: Dünya nüfusunun sadece yüzde 1’ini oluşturan bu “en zenginler”, 7 milyar kişinin servetinin toplamından 2 kat daha fazla mal varlığına sahip. Yine, dünyanın en zengin 22 kişisi, tüm Afrika kıtasındaki kadınlardan daha çok servete sahip.
En zenginlerin ve en
Tarihte bazı olaylar turnusol kâğıdı gibidir. O dönem oluşan yeni güç dengesini, derinden gelen değişimi su yüzüne çıkarırlar. İşte Libya da şu an böyle bir işlev görüyor. Birbirine rakip diye bildiğimiz ABD ve Rusya Libya’da Hafter cephesini desteklerken, müttefik bildiğimiz Fransa ve İtalya farklı taraflara arka çıkıyor. Fransa da Hafter yanlısı iken, İtalya karşı taraftaki Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni (UMH) destekliyor. Tıpkı Türkiye gibi.
Yeni denge
Bu da dünyada artık geleneksel ittifakların kalmadığını gösteriyor. Müttefik diye bildiğimiz ülkeler bir konuda karşı karşıya gelirken, düşman iki ülke başka bir konuda birlikte iş tutuyor.
Bu duruma asıl sebep olan ise, dünyadaki güç dengelerinin son birkaç yüzyıla damgasını vuran formattan çıkıyor olması. Batı dünyası artık “mekânın asıl sahibi” değil. Rusya 2015’te Suriye, 2018’de de Libya’ya müdahil olarak buralardaki tüm dengeleri değiştirdi; Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de en belirleyici aktör haline geldi.
İran ile ABD arasında bir anda tırmanan gerilim şimdilik kontrol altına alınmış görünüyor. Kasım Süleymani’nin öldürülmesinin ardından İran’ın misilleme olarak çok daha alt perdeden cevap vermesi bunun ilk göstergesiydi. Akabinde, Başkan Trump’tan gelen “İran müzakere masasına dönsün” mealindeki ılımlı açıklama ve Tahran’ın da bölgedeki milislerine “Sakın ABD hedeflerine saldırmayın” talimatı verdiğinin basına sızması durumun sıcak savaşa evrilmeyeceğinin kanıtı oldu.
Peki, şimdi dağ yandı bitti kül mü oldu? Elbette hayır. Washington-Tahran gerilimi “şimdilik” donduruldu. Ancak İran’ın kendi içinde olan neredeyse “darbe” denilebilecek değişim, bizi orta vadede çok daha büyük bir ateşin beklediğini gösteriyor.
İpler Devrim Muhafızları’nda
İran’dan bahsederken, tek bir İran olmadığını, ülkeye ikili yapının hakim olduğunu unutmamak gerek. Öldürülen Süleymani’nin dahil olduğu Devrim Muhafızları (DM) ülkeyi asıl yöneten güç. Hakeza,
Lafı evirip çevirmeden, hemen konuya girelim: ABD’nin İran’ın en üst düzey komutanı Kasım Süleymani’yi öldürmesinde asıl amaç İran değil, Irak. Zira ana hedef İran’ı zayıflatmak olsaydı, Süleymani kendi ülkesinde hedef alınırdı. Ancak o ve beraberindeki 9 Şii milis, Irak’ın başkenti Bağdat’ta öldürüldüler.
Ben buna “ABD’nin 3. Irak müdahalesi” diyorum. 1.si 1991’de Körfez Savaşı, 2.si de 2004’te 2. Körfez Savaşı adı konulan müdahalelerdi. İşte şimdi de 2020’deki 3. Irak müdahalesi geldi. Ancak bu seferki doğrudan değil, dolaylı. Açıktan değil, kapalı.
Yeniden Kuzey Irak
Zaten Süleymani’nin ölümü sonrasında domino taşları birer birer devrilmeye başladı bile. Irak Meclisi’nin ilk işi, Amerikan askerlerini ülkeden çıkaracak yasayı onaylamak oldu. Başkan Trump da bunu elbette “O kadar para harcadık, bize Amerikan üslerinin parasını geri verin, çıkalım” diye tiye aldı. Üstüne de ek 3500 Amerikan askerini daha gönderme kararı aldı.
Şi
Evvelsi gece gelen, İran’ın efsane komutanı Kasım Süleymani’nin öldürüldüğü haberi ortalığı bir anda sarstı. Zira Süleymani, Ortadoğu’nun en güçlü aktörlerinden biriydi. O, İran derin devletiydi. Devrim Muhafızları’nın en önemli kolu Kudüs Gücü’nün başındaki komutan olarak, İran’ın tüm dış operasyonlarını yönetiyordu. Bugün Suriye’de Esad hâlâ ayaktaysa, arkasında Şii milisleri toplayan Süleymani’ye çok şey borçlu. Sadece Suriye’de değil, İran’ın tüm bölgede kurduğu “Şii Hilali” Kasım Süleymani’nin eseriydi.
Kısacası, Kasım Süleymani İran’ın kırmızı çizgisiydi. Devletin mahremiydi. İran’ın diğer ülkelerle yaptığı görüşmelerde kendisi bizzat bulunmasa bile, gölgesinin orada olduğunu tüm liderler bilirdi. Aynı zamanda halkın kahramanıydı. Tahran’a gittiğinizde sokaklarda, lokantalarda, balkonlarda, evlerde onun posterlerini görünce “yaşayan efsane” olduğunu anlardınız.
İşte şimdi
“Yumurta dışarıdan kırılırsa omlet, içeriden kırılırsa civciv olur” demişler. Türkiye’nin son zamanlarda Doğu Akdeniz’de yaptığı hamleler bana bu sözü hatırlatıyor.
***
Ankara çok uzun zamandır bölgede kendisine karşı kurulan Güney Kıbrıs-Yunanistan-Mısır-İsrail blokunun adımlarını dikkatle takip ediyordu. Malum; ABD ve AB de Doğu Akdeniz’deki bu “enerji denkleminin” arkasında. Gitgide daha saldırgan hale gelen bu ittifaka karşı Türkiye ise bigâne kalmış görünüyordu. Meğer yumurtanın içinden civciv çıkması için vaktini bekliyormuş.
Türkiye’nin dahli
Aslında Türkiye Doğu Akdeniz denklemine 2011’den itibaren yavaş yavaş dahil olmaya başladı. Önce 2011’de KKTC ile “Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması” imzaladı. Oysaki o zamana kadar “Önce Kıbrıs meselesi çözülsün, sonra bölgede enerji denklemi kurulsun” görüşündeydi. Dolayısıyla, enerji konusunu Kıbrıs sorunundan ayrı tutarak, geleneksel tutumunu terk etmiş oldu.
2015’te ise satın aldığı Fatih ve Yavuz
“Türkiye’den KKTC Geçitkale Havalimanı’na ilk İHA indi.” Tarih 16.12.2019
Dün Türkiye’nin tüm dünyaya duyurduğu bu cümle, emin olun dünde kalmayacak. Çok yakında Türk tarih kitaplarında ayrı bir başlık olarak yerini alacak. Zira burada mesele sadece bir insansız hava aracının (İHA) Kıbrıs’a inmesi değil. Asıl mesele; Türkiye’nin kendi ürettiği İHA’ları ilk defa KKTC’de “İHA üssü” olarak konumlanacak bir yere indirmesi. Bu, önümüzdeki yıllar boyunca izlenecek yeni askeri stratejinin ik işareti. Türkiye’nin tam anlamıyla bağımsız olmasının işaret fişeği.
Milli-yerli İHA
Aslında Türkiye’nin askeri kapasitesini kullanarak bölgesel sorunlarını çözmeye çalışması yeni değil. İşe yaramamış bir taktik de değil. “Aktif caydırıcılık” denilen bu askeri politikayla 96’da Yunanistan’la çıkan Kardak krizi, 98’de Kıbrıs Rum kesimiyle yaşanan S-300 meselesi gibi birçok sorun çözüldü. 99’da Öcalan’ın Suriye’den