Bu hafta Londra’da yapılan NATO zirvesi, Türkiye’nin özgül ağırlığını ilk kez bu kadar net ortaya koydu. İttifak içindeki çatlaklar, yeni dünya düzenine uyumsuzluğu, değişen güvenlik ortamına bir türlü ayak uyduraması, hep Türkiye üzerinden açığa çıktı. Nasıl mı?
Yenilikçi kanat
Malumunuz, NATO Soğuk Savaş döneminde Batı’nın Sovyet Rusya’ya karşı kurduğu bir savunma örgütü. Yani o zamanlar tehdit, tek bir devlet ve belli bir coğrafi bölgeydi. Şimdi ise her ülke kendi havasında. Bir yandan bazı üyeler hâlâ Rusya’yı baş tehdit olarak görürken, Türkiye’nin başı çektiği blok ise terörü ve mülteci sorununu öne çıkarıyor. Yani yeni küresel tehditlerin en önde gelenlerini. Türkiye’nin bu cepheye öncülük etmesinin sebebi ise, kendisinin bu tehditlere en çok maruz kalan NATO üyesi olması.
Dolayısıyla, bu zirvede yeni güvenlik risklerine en çok dikkati çeken ve örgütün buna göre yeniden
Türkiye geçtiğimiz hafta tarihindeki en önemli stratejik hamlelerinden birini yaptı. İlk defa Akdeniz’de kendi Münhasır Ekonomik Bölgesini (MEB) ilan etti. Libya’daki merkezi hükümetle anlaşma imzalayarak, kendisine karşı kurulan bölgesel cepheye tam anlamıyla “şah mat” yaptı.
Her şeyden önce, Türkiye böylelikle vatan toprağının 4’te 1’i kadar bir alanı daha kendisine kattı. Malum, bir ülke sadece karadan değil, hava ve deniz alanından da oluşuyor. Dolayısıyla, denizdeki yetki sahasını genişleterek varlığını ve etkisini artırmış oldu.
İkinci büyük kazanım ise, enerji kaynakları. Libya’da BM’nin desteklediği Ulusal Mutabakat Hükümeti ile yapılan anlaşma sonucunda kazanılan 41 bin km karelik alanda, Türkiye’nin 572 yıl doğal gaz ihtiyacını karşılayacak kadar kaynak bulunuyor. Hakeza bugün dünyada petrolün yüzde 30’u, gazın da yüzde 50’sinden fazlası denizlerden çıkıyor. Bu yüzden denize açılmak, enerjiye de kavuşmak anlamına geliyor.
Doğu Akdeniz hamlesi
"Onlar" olmayınca, “biz” diye bir şey de olmuyor, olamıyor. Bunu bana fark ettiren, sağ olsun NATO oldu. Zira şu an kopan fırtınanın altında, NATO için “onlar” diye bir kavramın olmaması yatıyor.
Çarpışan tehditler
Hatırlarsanız, Fransa Cumhurbaşkanı Macron bir ay önce “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” deyivermişti. Bunun üzerine de arası Almanya Başbakanı Merkel ve ABD Başkanı Trump’la açılmıştı. Önümüzdeki hafta Londra’da yapılacak NATO zirvesi öncesinde ise işler iyice kızıştı. Bu hafta önce ABD, NATO Konseyi’nin savunma planında YPG-PKK’nın tehdit olarak yer almasına itiraz etti. Ankara da karşılığında Rusya’ya karşı Baltık ülkeleri için hazırlanan güvenlik belgesine karşı çıktı.
Bu restleşmenin gölgesinde, bir yandan da Macron bir anda NATO’ya karşı salvolarını artırdı. Hafta içi NATO Genel Sekreteri Stoltenberg ile görüşmesinden sonra çıktı ve İttifak’ın Rusya ile yeni bir ilişki kurması gerektiğini, artık kendini yenilemek zorunda olduğunu söyledi. Yetinmedi,
Şu dünyada “basiret bağlanması, akıl tutulması” diye bir şey olduğunun kanıtı bugün İsrail. Ülkenin aylardır içinde sürüklendiği durum, tam anlamıyla bu. Son bir yıl içinde üçüncü kez genel seçimlere gidiyor olması bir yana, bu duruma sebep olan Başbakan Netanyahu her an hapsi boylayabilir.
“Şu an İsrail’in tek bir sorunu var. O da Netanyahu. Resmen ülkeyi rehin almış durumda” diyor, telefonda konuştuğum ülkenin en ünlü gazetecilerinden Arad Nir. Peki, bu duruma nasıl gelindi ve neden bir türlü bir çıkış bulunamıyor?
Seçim üstüne seçim
Bibi lakaplı Netanyahu’nun başı uzun zamandır yolsuzluk davalarıyla fena halde dertte. Zaten bu yüzden seçim üstüne seçim yapıyor. Şöyle ki: Bu yıl 9 Nisan’da yapılan seçimlerden sonra onun yüzünden bir türlü koalisyon kurulamayınca, ülkeyi 17 Eylül’de ikinci kez seçime sürükledi. Bunun sebebi ise, yine o günlerde konuştuğum Nir’e göre şuydu: “Netanyahu, hakkında bu ay
Bu günlerde herkes tüm dünyanın ayakta olduğunu konuşuyor, yazıp çiziyor. Şili’den Lübnan’a, Bolivya’dan İspanya’ya, sayısını bilmediğimiz ülke ayakta. İnsanlar sokağa dökülmüş, aslına bakarsanız aşağı yukarı aynı şeyi söylüyor. Sanki aynı dert, dünyanın farklı köşelerinden dile geliyor. Malum, o dert de ekonomi.
Dahası, küresel dinamikler artık her ülkenin kendine has çizgilerini de değiştirmiş, hatta belirler hale gelmiş durumda. Nasıl ki Türkiye’de artık siyasi ayrım sağ-sol üzerinden yapılmıyor ise ve bunda küreselleşme dalgasının etkisi büyük ise... Aynısı diğer ülkeler için de geçerli. O kadar ki rejimin bizatihi kendisi küreselleşmeye ve Batı’ya karşıtlık üzerine kurulmuş olan İran bile bugün bu değişimden nasibini almış. İki haftadır süren protestolara bakınca, ülkedeki derin kırılmaya şahit oluyorsunuz.
Küreselleşme etkisi
Bugün dünyanın yaşadığı krizi meşhur siyaset bilimci Francis Fukuyama son kitabında güzel özetlemiş aslında. “Siyasi Düzen ve Siyasi
"2018’e en sert girişi yapan ülke, hiç beklenmeyen şekilde İran oldu. Şiddetli sokak gösterileriyle karşıladı yeni yılı. Peki, nasıl oluyor da Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan’da esip gürleyen ve İsrail’e, Körfez’e, ABD’ye kafa tutan İran kendisi şimdi bu halde?"
diye sormuşum 3 Ocak 2018’de bu köşede. Yani bundan tam 2 yıl önce. Bugün İran yeniden aynı durumda. Yine bundan 10 yıl önce, 2009’da da ülke milyonlarca kişinin “Yeşil Hareket” adı verilen sokak gösterilerine sahne olmuştu. Peki, ne oldu da 1980-88 Irak-İran savaşından sonra uzun yıllarını gayet durgun geçiren İran, 2009’dan bu yana sürekli çalkantılı?
ABD’nin Irak’tan çekilmesinin tam da 2009’a denk gelmesi, bu sorunun en kısa cevabı herhalde.
Şii Hilali
“NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti.”
Geçtiğimiz hafta Fransa Cumhurbaşkanı Macron, The Economist dergisine verdiği mülakatta bu sözleri sarf etmiş. Yani 1949’da Sovyet Bloku’na karşı kurulan NATO’nun resmen ölüm ilanını vermiş. Bunun için biraz erken davranmış olsa da, o kaçınılmaz son sanki hızla yaklaşmakta.
Batı içindeki yarık
Macron’un bu çıkışı aslında kimseyi şaşırtmadı. Fransa lideri zaman zaman başını çıkarıp böyle “çıkıntılık”lar yapıyor ve “rol çaldığı” için de ABD Başkanı Trump’ın sinirlerini yerinden oynatıyor. Hakeza, Macron bu teşhisinin ana müsebbibi olarak Trump’ı göstermiş. ABD’nin Avrupa ile koordinasyon eksikliğinden dem vurmuş.
“Neye sahip olduğunu bilmek. Neye ihtiyacın olduğunu bilmek. Ne olmadan yapabileceğini bilmek. İşte bu üçüne bakmak, envanter kontrolüdür.”
Çok sevdiğim bu sözü Hayallerin Peşinde (Revolutionary Road) filminde başroldeki Leonardo DiCaprio söylüyordu.
Malum, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başkan Trump’la tam bir hafta sonra, 13 Kasım Çarşamba günü görüşüp görüşmeyeceği hâlâ belirsiz. “Washington ziyareti olacak mı, olmayacak mı” diye herkes yazı-tura atadursun, biz bir envanter kontrolü yapalım.
Karşılıklı güvence
İki başkent de ellerindeki problemin ne olduğunu gayet iyi biliyor. Ankara için başlıca mesele, ABD’nin YPG ile iş birliğinin devam etmesi. Zira Suriye sınırında bir terör koridoru kurulması ihtimali, karşı karşıya olduğu en büyük güvenlik tehdidi.
ABD’de yerleşik düzen ise (establishment) asıl olarak Türkiye’nin Rusya ile kurduğu yakın ilişkiden rahatsız. Türkiye aleyhine esen sert rüzgârın ana sebebi bu. Geçtiğimiz hafta ABD Temsilciler