Dört yaşındaki Murat gözlerini göğe dikmiş, amcasına soruyor: “Babam şimdi orada mı İbrahim amca?” Ali ustanın dört çocuğundan biri Murat. En küçükleri daha bebek. 10 yaşında olan var. Bir de 7 yaşında kızı var. O da soruyor: “Babam geri gelecek değil mi amca?”
Maalesef Yeşilçam film setinde değiliz. Ali usta artık geri gelmeyecek.
Okuyucularım belki hatırlar. Ali usta Fatih’te, su kemerinin oradaki Sur Ocakbaşı lokantasını kurup çalıştıran beş kardeşten biri. 15 sene önce Diyarbakır’dan gelmişler. Beş parasız. Ama çocukluğunda çobanlık yapmış, sıksa taşın suyunu çıkaracak adam için zor diye bir şey var mı? Çalışmış çabalamış, koca bir aileyi omuzlarında taşımış ve bir yerlere gelince de kolaya kaçmak yerine “Allahım sana çok şükür” demiş ve daha da fazla çalışmaya başlamış.
Ali usta için yapabileceğinin en iyisini yapmamak ölümden beter. Bir arkadaşı, tanışı, memleketlisi, hısmı, seveni, her kimse lokantasına gelse evine buyur etmiş gibi bütün gün
Asmalımescıt’te çeşitli lokantalarda dışarıya kurulan masalarda oturup yemek yemenin keyfi hiçbir şeye benzemiyor.
Bir yandan gelip geçenleri seyrediyor, bir yandan ters yola giren taksiler ve diğer arabalar arası bağırış çağırışları izliyorsunuz. Kızlı erkekli kalabalık ancak Roma’da Piazza Navona’da kadar ‘hip’.
Artık Naşit Özcan, İsmail Dümbüllü, Tevfık İnce yok. Bize özgü bir sanat türü olan ‘tuluat’ tarihe karıştı, karışıyor (bu satırları okuyorsa Allah Gazanfer Özcan ağabeye uzun ömür versin). Ne kadar yazık.
Pek o kadar olmasa da Asmalımescit eski tuluat’ın verdiği tipte bir zevk veriyor. İnsan bir dakika sonra sahneye kimin çıkacağını ve ne söyleyeceğini bilmiyor. Etrafta olup bitenler bazen adamı güldürüyor, bazen ağlatıyor ama her zaman pür dikkat kesiliyorsun.
Böyle bir ortamda ne yiyip içtiğin çok önemli değil.
Burada sadece rakı içilir
Aslında ne içileceği basit. İster şarap uzmanı olun ya da kendinizi uzman sanın, ister
Honfleur. Bu kasabanın adı bile melodik. Bende güzel çağrışımlar yapıyor. İster inanın ister inanmayın, bu adı duyar duymaz aklıma ilk gelen yemek ya da şarap değil, ilk düşündüğüm en takdir ettiğim sinema yönetmenlerinden biri olan François Truffaut.
Mekteb-i Sultani’de iken en büyük tutkum sinema yönetmeni olmaktı. Fransız Yeni Dalga’sının hayranlarındandım.
Truffaut’nun “Yeşil Oda” adlı felsefi filmi Paris’e arabayla iki saat mesafedeki bu güzel Normandiya kasabasında eski bir konakta çekilmiş. Bu konak şimdi otel. Son derece şahsiyetli, kimliğini koruyan bir otel. Hotel L’Ecrin. İşte ben de, iki ay önce yaptığım gibi, Honfleur’de iken sadece bu otelde kalıyorum. Bu filmin çekildiği “Yeşil Oda”da kalıyoruz ailecek.
Truffaut’nun bu filminde, tutkuyla bağlı olduğu eşinin ölümünü kabullenmek istemeyen ve onun hatırasını sonsuza dek yaşatmak isteyen bir insanın dramı anlatılır. Filmde işlenen temalardan biri zamanı dondurmak, durdurmak.
Yüz binlerce kişiye mezar olmuş kıyılar
Ben de bu inanılmaz şirin
Şarap dünyasında “The Emperor of Wine”, Şarap İmparatoru olarak biliniyor. Adı Robert Parker. İşi ‘şarap tadımcısı’. Wine Advocate adlı bir dergi yayımlıyor ve dünyanın belli başlı şaraplarını 100 üzerine notlayarak değerlendiriyor. Bu işe 1978’de başlamış. Birkaç yıldır, İnternette de, www.erobertparker.com diye herkesin abone olabileceği bir sitesi var.
Gerçek bir imparator gibi istediğini ‘vezir’, istediğini ‘rezil’ ediyor. Dünya şarap piyasası milyarlarca USD hacimli çok büyük bir piyasa. Parker kişisel tercihleri ve verdiği notlarla sadece şarap fiyatlarını önemli ölçüde etkilemekle kalmıyor, bu dünyadaki trendleri ve şarap stillerini de belirliyor. Bazen adı sanı duyulmamış üreticiler Parker’dan 90 üzeri bir not koparırlarsa birdenbire şarapları piyasadan kaybolup daha sonra üç veya dört misli fiyatla tekrar piyasaya sürülüyor.
Öte yandan Parker herhangi bir senenin üretimini, diyelim 2006 Bordeaux şaraplarını,
İki seçkin balık lokantasını, Park Fora ve Arşipel’i aynı yazıda ele almamın bir tek nedeni var. Ülkemizde de artık yavaş yavaş klasik balık lokantalarının dışında, biraz daha yaratıcı ve değişik yemekler yapmaya çalışan balık lokantaları türemeye başladı. Bu iki tip lokanta arasındaki farkı vurgulamaya çalışıyorum.
Park Fora klasik, Boğaz’a özgü bir balık lokantası. Bu tür lokantaların iyilerinden. Meze deyince önünüze gelen soğuk tabağında hiçbir sürpriz yok. Kavunuyla, beyazpeyniriyle artık İstanbul’da her yerde bulunan ama nedense Ege’deki tadını bulamadığınız deniz börülcesiyle, elma sirkesiyle hazırlanmış levrek marineyle, adeta “Burada rakı içilir” diye bas bas bağıran bir meze tabağı önünüze geliyor.
Belki değişik olarak sanırım Sapanca Gölü’nden gelen kerevit var. İnce kıyılmış soğan ile. Haşlanmış. Ama belli ki lokanta kerevitleri dondurulmuş olarak büyük miktarda alıyor. Taze olsa tadına doyum olmaz.
Bunun pek lezzeti yok.
Buna karşılık Galatasaray Adası’nda ve de Bitez’de iki yeri
Kart oyununda kupa ve karo, maçanın pabucunu dama atar ama Bodrum-Türkbükü’ndeki plajlar arasında bence en güzeli buranın plajı. Diğerleri gibi yol geçmiyor plajın önünden. İzole bir yer ve koyun en ucu olduğu için deniz pırıl pırıl.
Maça Kızı sadece plajdan ibaret değil. Otel ve lokanta aynı zamanda. Öğlenleri otel müşterilerine açık büfe servis var. Aynı zamanda deniz kenarındaki barda oturup öğlen menüsünden de ısmarlamak mümkün. Teorik olarak plaj ve öğlen menüsü sadece otel müşterilerine açık. Ancak Türkbükü’nde yazlık evi olan kimseler ve arkadaşları da buranın günlük ziyaretçileri arasında.
Akşam yemekleri ise otelin önündeki yamaca kurulmuş kat kat terasta yeniyor. Herkese, daha doğrusu adam başı, bir şişe şarap ile aşağı yukarı 150-200 TL ödeyebilecek herkese açık. Masalar bizde genellikle yapıldığı gibi sıradaki asker misali dizilmedikleri için her köşeden denize hakimsiniz.
Oteli bilmem ama gerek plaj
Hünkar lokantasının sahibi İbrahim bey bizde çok önemli bir geleneği devam ettiren bir kimse. Ev yemekleri yapıyor. Ama Hünkar lokantasını sadece bir “Esnaf lokantası” olarak tanımlamak, haksızlık demesek de, biraz eksik olur.
Eksik olur çünkü İbrahim bey esnaf lokantalarının pek yapmadığı yemekleri de yapar. Ayrıca çok güzel balık pişirir. Bir de lokantası içkilidir. Tezgahtan yemek seçip öğle tatilinde hızlı hızlı yiyip kalkmak istiyorsanız bu mümkün. Ancak gönlünüz birkaç arkadaş burada kendinize rakılı makılı uzun bir ziyafet çekmek istiyorsa o da mümkün. Paşa gönlünüz bilir.
Biz ikincisini yaptık ve geçenlerde bu güzide lokantanın Göztepe, Bağdat Caddesi’nde yeni açılan şubesine gittik.
Galiba şarap dünyası da futbol dünyası gibi. Ne anlamda mı? Umulmadık taş baş yarıyor. Güvendiğin dağlara kar yağıyor. Hiç beklemediğin oyuncu takımı kurtarıyor. Milyarlık transferin sahada gezinirken, ya da sakatım ayağına tatil yaparken, genç takımdan gelen oyuncun sahada vals yapıyor.
Futbol sahasında tango yapılırsa bazen insanın damağında da Beethoven senfonisi çalınır tabii.
İşte son günlerde içtiğim bazı şaraplar ve çok sesli beste yazarları:
Fransa’nın Loire bölgesinden Andre ve Isabelle Breton yerel Cabernet Franc üzümünden öyle bir Bourgeuil çıkarmışlar ki değme Bordeaux (Bordo) şarabını suya götürür susuz getirir. Damakta kalıcı, bitimi baharatlı, lezzeti çok boyutlu bir kırmızı şarap.
Gene Loire Anjou bölgesinden Agnes ve Rene Mosse çifti çok kişinin burun kıvırdığı ve daha çok tatlı şarapları meşhur Chenin Blanc üzümünden La Rouchefer Mosse diye bir sek beyaz yapmışlar. Kadifemsi dokusu genzinizi okşuyor, hafif 25 senelik