Honfleur. Bu kasabanın adı bile melodik. Bende güzel çağrışımlar yapıyor. İster inanın ister inanmayın, bu adı duyar duymaz aklıma ilk gelen yemek ya da şarap değil, ilk düşündüğüm en takdir ettiğim sinema yönetmenlerinden biri olan François Truffaut.
Mekteb-i Sultani’de iken en büyük tutkum sinema yönetmeni olmaktı. Fransız Yeni Dalga’sının hayranlarındandım.
Truffaut’nun “Yeşil Oda” adlı felsefi filmi Paris’e arabayla iki saat mesafedeki bu güzel Normandiya kasabasında eski bir konakta çekilmiş. Bu konak şimdi otel. Son derece şahsiyetli, kimliğini koruyan bir otel. Hotel L’Ecrin. İşte ben de, iki ay önce yaptığım gibi, Honfleur’de iken sadece bu otelde kalıyorum. Bu filmin çekildiği “Yeşil Oda”da kalıyoruz ailecek.
Truffaut’nun bu filminde, tutkuyla bağlı olduğu eşinin ölümünü kabullenmek istemeyen ve onun hatırasını sonsuza dek yaşatmak isteyen bir insanın dramı anlatılır. Filmde işlenen temalardan biri zamanı dondurmak, durdurmak.
Yüz binlerce kişiye mezar olmuş kıyılar
Ben de bu inanılmaz şirin kasabadayken 20’inci yüzyıl başında, o hunharca savaşlar öncesi ve “La Belle Epoque” denen, kısa sürmüş ama sanat tarihinde iz bırakmış zaman diliminde durduğunu düşünüyorum.
Marcel Proust’un başyapıtını okuduysanız Deauville, Trouville gibi Normandiya sahil kasabalarının “Kayıp Zamanın İzinde”de önemli yer tuttuğunu bilirsiniz. Bu kasabalar Honfleur’e çok yakın. İnsan buradayken neredeyse her an karşısına at üstünde güzel Albertine’in çıkacağı gibi bir duyguya kapılıyor.
Taze bezelye püresi üstünde kalkan parçası
Biliyorsunuz ki Albertine’in genç yaşında attan düşüp ölümü Proust’u çok sarsmıştı. Belki de Truffaut bundan etkilenip eşinin yasını tutan adamın filmini burada çekmiştir. Kim bilir?
Eh, müttefiklerin Normandiya çıkartması da buralardan pek uzaklarda olmadı. Yüz binlerce kişiye mezar olmuş bu kıyılar...
Öte yandan, Honfleur’deyken insanın içini kaplayan “hüzün” duygusu adamın üstüne bazen bir karabasan gibi çöken umutsuzluk ve çaresizlik duygusundan çok farklı. Tabiri caizse, daha çok “iyimser bir hüzün” duygusu kaplıyor içinizi. Honfleur’ün daracık sokaklarında ağır ağır yürürken bir ayağınız geçmişe basıyor, diğer ayağınız ise geleceğe. Bugüne boş veriyorsunuz.
Bu iyimserlik ve boş vermişlik duygusunda yediğiniz yemeklerin ve içtiğiniz şarapların da payı var tabii. Çok makul miktarlara çok iyi yiyip içebiliyorsunuz.
Örneğin kasabanın empresyonist ressamları imrendirecek güzellikteki, dört köşe yat limanının yanındaki Au P’tit Mareyeur lokantası. 25 avro verirseniz yemeğe bizde bulunandan çok daha taze ve kalın kesilmiş, yanında da erik marmeladı ile sunulan bir kaz ciğeri ile başlamak mümkün.
Alternatif olarak hepsi günlük küçük kaya balıkları ile hazırlanan bir balık çorbası içebilirsiniz. Arkasından da 9 kiloluk bir Atlantik Okyanusu kalkan balığının sırtından kesilmiş iri bir kalkan parçası. Taze bezelye püresi üstünde sunuluyor. Bundan sonra da yanında taze salata ile pastörize edilmemiş sütten gerçek çiftlik “camembert”i. Nefis bir peynir. Sonra da belki sipariş üzerine yapılan ve mis gibi tereyağı kokan bir elmalı tart.
Servis biraz aksadı, acaba cumartesi olduğu için mi?
Hepsi 25 avro. İki kişi olsanız, bir de 28 avroluk, portakal çiçeği aromalı bir Touraine Sauvignon şarabı ısmarlasanız (2007 Chateau de Vallagon - Touraine’de yapılan Sauvignon’lar, Loire havzasının diğer bölgelerinde üretilenlere göre daha zarif ve aromatik olurlar genelde), kahve ile birlikte 80 avro harcarsınız.
Tabii benim sevdiğim başka lokantalar da var burada. Hepsi de yat limanına çok yakın. Birinin adı L’Absinthe. Michelin yıldızları yok ama hak ediyorlar. Burada yediğim güvercin eti olsun, barbunya olsun, çok iyiydi.
Tek eksikleri geçen yüzyılda Fransız işçilerinin favorisi olan ve rakıya benzediği söylenen L’Absinthe adlı anasonlu aperitif içkinin burada bulunmaması. “Neden yok?” dediğiniz zaman da anlamlı bir şekilde gülümsüyorlar. Herhalde biri bize “Kımız var mı?” dese biz de güleriz.
İki tane de Michelin yıldızlı lokanta var Honfleur’de. Biri yıllardan beri burada imiş. La Terrasse et l’Assiette. Ben özellikle tatlı ekşi sos ile getirdikleri yavru dana uykuluklarını ve Şam fıstığı soslu çikolata suflelerini beğendim. İki kişi, bir şişe Chablis ile 150 avroyu buluyor. Öte yandan, belki cumartesi akşamı olduğu için, servis beni hayal kırıklığına uğrattı. Bu paraya, iki kez P’tit Mareyeur’de yerim daha iyi.
Tarlada traktör bile kullanılmıyor, düşünün ne kadar organik
Ancak bu parayı verirseniz diğer Michelin yıldızlı lokantayı tavsiye ederim: Sa Qua Na. Japon lokantası değil. Adı “saveur, qualite, nature” yani “lezzet, kalite, doğallık” kelimelerinin kısaltması.
Bu küçük lokantanın sahibi ve aşçısı Alexandre Bourdas, Japonya Hokkaido’da, ünlü Fransız Michelin üç yıldızlı şef Michel Bras’nın mutfak şefi imiş. Yemekler de bir nevi Japon-Fransız füzyonu. Mönü haftalık değişiyor ama balık, ot ve çeşitli hububatlar ağırlıklı. Hafif ve lezzetli yemekler. Yaratıcı ama uçuk değil.
Ben burada 55 avroya yediğim sekiz küçük porsiyonun hepsini belli bir düzeyde buldum ama bazıları iki ay geçtikten sonra bile aklımda. Bunlardan biri buharda pişmiş deniz levreği. Sonra üstüne kereviz yaprağı, taze kişniş ve combawa (Japonya’dan bir nevi turunçgil) suyu ile tatlandırılmış bir bouillon dökülüyor.
Diğer bir ilginç yemek de özel bir pirinçten yaptığı bir veloute (krem çorba) son derece taze kabuklu deniz ürünleri, çıtır parmesan, sarımsaklı krutonlar ve fritözde bir saniye pişirilmiş maydonoz ve reyhan ile sunuluyor. Bu tip yemeklerle de organik tarım yapan bir üreticiden (traktör bile kullanılmıyormuş arazide) ve Yeni Dünya Chardonnay’leri gibi pop soda olmayan, şahsiyetli bir şarap iyi gider: 2004 Meursault Changarnier. 58 avro. Bizde ithal edilse herhalde 600 YTL falan yazarlar!
La Terrasse et L’Assiette: 0231893133
Sa Qua Na: 0231894080
Au P’tit Mareyeur: 0231988423
L’Absinthe: 0231895360