Beşiktaş geçen sezon hücumda çok hızlı oynuyor, ancak geriye koşmada zafiyet gösterdiği, dikkat ve konsantrasyon eksikliği ile zaman zaman maçtan koptuğundan attığı kadar da gol yiyordu.
Geçen sezon Bursaspor'dan toplamda 6 gol yediğini bir hatırlatma notu olarak kaydedelim.
Dün akşam bir anlamda geçen sezonun da rövanşını almış oldu; hesabı dengeledi.
Beşiktaş çok genç takım ve durmaksızın sahanın her yerinde mücadele ediyor. Topu hızlı oynadığı zaman rakibinin savunmada yerleşmesine izin vermiyor.
Hızlı oynamadığı zamanları mı var?
Evet!
Hızlı oyun yardımlaşarak ve paylaşarak sağlanıyor. Fernandes'in yeteneğini ortaya çıkaran şey de buydu; Quaresma ve Simao'nun "herşeyi ben yapar, oynarım" anlayışı hem Beşiktaş'a hem de diğer futbolculara zarar veriyor, oynsama şansı bırakmıyordu.
Fernandes de topla oynamayı seviyor ama bir farkla; adam eksiltip rakip alanda boş bir arkadaşını gördüğü anda oyunu onlarla paylaşıyor, topu göndermesini biliyor.
Amrabat’ın yerine oyuna giren Umut, Galatasaray’ın orta sahasının bir eksilmesini, ilerinin de bir fazlalaşmasını sağlıyor; orta sahadaki bütün yük Emre ve Engin’in üzerine binmiş oluyordu.
Zaten bir fazlayken bile yeterli üretkenliği sağlayaman, aksayan, hatalı paslarla da taraftarın tepkisini çeken orta sahanın iki kişilik oyunundan daha fazla şey beklemek aslında hayaldi.
Hatta şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz; Galatasaray’ın böylesi bir dizilişine ve oyun anlayışına ligin bir çok takımı izin vermezdi; çok daha gol pozisyonu üretirdi.
Ancak Samet Aybaba hücum futboluna ait bütün bildiklerini Beşiktaş’ta bırakmış olacak Antalyaspor’u, geçen seneki görüntüsünden uzaklaştıran bir kontra atak takımına dönüştürmüş.
Üstelik savunmayı hiç bilmedikleri de verdikleri pozisyonlarla ortaya çıktı.
Galatasaray’ın maç boyunca yakaladığı gol fırsatlarının neredeyse tamamı mutlak surette skoru değiştirebilecek özellikteydi.
Umut’un, Burak’ın hatta Drogba’nın altı pas içinden kale yerine dışarı vuruş yapması normal ötesiydi.
Hatta Umut’un kaçırdığı gol başka bir takım forması altında ligin sonlarına doğru olsa hakkında fazlasıyla da şaibe üretirdi.
Andorra ve Romanya galibiyetleriyle Milli Takımımız Dünya Kupası grup elemelerinde tekrardan iddialı pozisyona gelmesiyle birlikte bir kere daha Fatih Terim’in kurtarıcı ve herşeyi çözen büyücü özelliği ön plana çıkmış oldu.
Kadro aynı, futbolcular neredeyse benzer isimlerden oluşuyor, taktiksel diziliş de öyle ancak tek farkla biri kaybediyor, diğeri kazanıyor.
Belki başka bir şekilde söylercek çok daha anlamlı olur;
O hep kazanıyor, diğerleri kaybediyor!
Neyi farklı yaptığı konusunda futbol kamuoyunun net analizlerini göremiyoruz. Ancak Fatih Terim olursa herşeyi yapabileceğimize yönelik yüksek inanç yapılacak veya aranacak açıklamaların önüne geçiyor.
Fatih Terim yapabilir...
Abdullah Avcı yapamaz; beceremez!
“Fatih Terim yapabilir”den sonra kurulacak bütün cümleler her şekilde içinde olumsuzluk barındırıyor. Olumsuzluk hadi bir yere kadar anlaşılır; umutsuzluk, ümitsizlik yoğun bir sis bulutu gibi üzerimize çöküveriyor.
Bir sürü yanlış stratejiler üzerine kurulmuş bir olimpiyat organizasyonu yarışını aynen Avrupa Basketbol Şampiyonası’ndaki hezimet gibi başarısızlıkla sonuçlandırıp ülkemize geri dönüyoruz.
Dönüyoruz ve her zamanki gibi suçu, ve suçluyu kendimizde değil de içimizdeki Japonlar’da, İrlandalılar’da arıyoruz.
En başta “biz olimpik bir ülkeyiz, bu organizasyonu bize verin” yerine “bize verin olimpik bir ülke olacağız” şeklinde anlaşılan tanıtım anlayışının sonucudur bu başarısızlığın nedenlerinden biri.
Olimpiyat ruhu denilen şey sporu her anıyla ve şekliyle yaşamayı bilmek, becermekten geçiyor.
Bunu fark edebilmek için ülkemizde de sabah akşam durmaksızın yayın yapan bir kanal var; Eurosport...
Bu kanalda yayınlanan spor karşılaşmalarının ne kadarı ülkemizde bir spor olarak sevilip, takip edilip, yapılıyor?
US Open Tenis organizasyonun yapıldığı kortun büyüklüğü ve içini dolduran kalabalığın coşkusunu anlamak gerekiyor.
Ülkemizde benzer bir kort var mı? Olsa içi dolar mı?
Beş gollü rahatlatıcı ve gösterişli bir galibiyet moralleri yükselten bir motivasyon unsurudur. Beklenti de zaten bu yöndeydi.
Ancak şu var ki Andorra dediğimiz takım İstanbul’un herhangi bir semtinden bile çok daha küçük bir yere aittir.
Gökhan Gönül’ün ortasıda kaleciden önce topa dokunarak kaleyi bulan Burak Yılmaz’ın attığı golü yiyen kaleci de zaten takımın genel karakterini gözler önüne serecek niteliktedir.
Bu nedenle karşılaşmanın ölçü göstermenin ötesinde takım üzerinde fazlasıyla rahatlatıcı etkide bulunması bakımından ters etkiye sahip bile olabilir ki zaten üst üste iki maç kazanma konusunda da yeterince eksikliğimiz bulunuyor.
Peki hiç mi maç üzerinden konuşmayalım?
Açıkçası Beşiktaş’a geldiğinden beri hem kendi takımında hem de dün milli takımda Gökhan Töre’nin ön plana çıkmaya başladığını izledik.
Yerli Roben sınıfında bir oyun karakteri gösteren Gökhan Töre’yi sanırım bu sezon özellikle ligimizde sıklıkla konuşacağız.
Kanatlarda hızlı oyunu ve topla içeri kat etme özelliği kapalı savunmaların çözülmesinde önemli anahtar görev üstlenebilir.
Böylesi üst üste başarısızlıklar gelince gözler hemen “kenarda neler oluyor” şeklinde bir tavır alışa dönüyor. Hazır futbolda milli takımımızın başına Fatih Terim gelmişken bir çok kişinin aklına “Tanyeviç’i gönderelim, Ergin Ataman’ı getirelim en azından gruplardan çıkarız” fikri gelmiyor değil.
Bu bizim ne kadar olimpik bir ülke olduğumuzun da göstergelerinden biridir.
Bütün süreçlerin kişiler, liderler üzerinden yürütülmesiyle herşeyin çözüleceğine yönelik inanç sadece izleyenlerde değil, bu işin içinde olanların da tutunduğu yegane dal parçası oluyor.
Sahada ter döken oyuncularımız nasıl son saniyede yedikleri üçlükle “biz bu maçı kazanamayız” diyerek mücadeleyi bırakıyorsa Tanyeviç’le de bu işin olmayacağı o kadar net bir fikir oluyor.
Bu Tanyeviç’in 2006’da yepyeni bir milli takım yaratıp, Japonya’da Dünya altıncısı yaptığını unutarak.
O turnuvada Tanyeviç genç Semih Erden, Engin Atsür, Ersan İlyasova, Cenk Akyol, Ender Arslan gibi oyunculara yer verirken, Mehmet Okur, Hidayet Türkoğlu gibi oyuncuları kadroya almamakla eleştirilmiş ancak başarı gelmişti.
Aradan geçen sürede Semih, Ersan gibi oyuncular NBA’e transfer olup, kariyerlerinin zirvesine çıkmalarına
Burada basketbolun altyapısıyla uzun zamandır ilgilendiğimi hatta içinde olduğumu bir kaç defa yazmıştım. Bunun nedeni oğlumun çok küçük yaşlardan itibaren basketbol oynamasından kaynaklanıyor.
Basketbola başlanabilecek en küçük yaş grubundan itibaren yaklaşık 7-8 senedir süreçlerin hangi aşamalardan geçtiğini, bir çocuğun basketbolcu olmasını veya olamamasını nelerin etkilediğini yakından takip ediyorum.
Şöyle anlatmaya çalışayım.
Minikler kategorisinde 12 oyuncudan oluşan bir takım varsa, bunun en uzun boylu olanları 3-4-5 numaralı pozisyonları oynuyorlar. 1 ve 2 numaralı oyun kurucu ve şutör oyun kurucu bölgeleri de topa az çok hakim olan oyunculardan seçiliyor.
Uzun boylu oyuncular ki bu yaş için böylesine seçim yapmak hiçbir zaman kalıcı sonuçlar vermiyor; çünkü belli bir yaş seviyesinde uzun olan oyuncunun boyu daha sonra uzamayabiliyor.
Diyelim ki uzadı; hayatlarının sonuna kadar sadece 4-5 numaralarda oynamak zorunda kalabiliyor.
Top sürme yeteneklerinin gelişmediği, oyun kurma konusunda da oldukça geri kaldığını gözlemleyebiliyoruz.
Türkiye’de basketbolcu seçim kriterinin belirli yaş seviyesinden sonra sadece boyla belirlendiğini söyleyebiliriz.
Galatasaray, Türkiye’de bugüne kadar benzerine çok az rastladığımız türden bir transfer yaptı.
Sporting Lizbon’un genç yeteneği Bruma için Portekiz kulübüne tam 10 milyon Euro para ödedi. Ayrıca eğer önümüzdeki sezon Bruma bir başka takıma satılırsa, satış bedeli üzerinden de %25 verecek.
Bu bir yatırım kararıdır.
Öncelikli olarak Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi’ne tek başına katılmasının verdiği ekonomik rahatlama bu transferin gerçekleşmesinde etkili olmuştur.
Galatasaray, önümüzdeki en az iki dönemi daha bu kulvarda “rakipsiz mücadele edeceğine” güveniyor. Zaten Ünal Aysal göreve gelirken başarı için Avrupa’da mücadele etmeyi şart koymuştu.
Göreve geldiği tarihten bu yana ikinci kez Şampiyonlar Ligi’nde oynuyor.
Üstelik geçen sezonun ortasında kadrosuna dahil ettiği, Sneijder ve Drogba ile takımın Avrupa’daki izlenirliğini arttırdı.
Son Emirates Turnuvası’ndaki başarılı sonuç kuşkusuz Galatasaray’ın özgüven duygusunu pekiştirdi.