14 Mayıs 2006, yer Denizlispor’un sahası; Fenerbahçe ile kader maçına çıkılmış.
Bu karşılaşmanın başından sonuna içindeki olayları ile tamamlanabilmiş olması futbol tarihimiz açısından kara bir lekedir.
Neresinden bakarsanız bakın.
Bu maç resmi olarak hakem Selçuk Dereli tarafından 16 dakika uzatılmıştır; ancak karşılaşmanın bitiş düdüğü çaldığında saatler 21.30’a yakın olduğundan gerçekte ne kadar durduğu ve neden durduğu kadar oynatılmadığı tam bir şaibeli tartışma konusudur.
Ali Sami Yen Stadyumu’nda şampiyonluk turu için sabırsızlanan Galatasaraylıların 16 dakikadan fazla bekledikleri de malumdur.
Bu karşılaşmanın en kritik anı Appiah’ın son düdük çalmadan bir kaç dakika önce kale alanı içinde kaçırdığı mutlak gol pozisyonudur.
Hıncal Uluç’un deyimiyle “Appiah Süper Ligin namusunu kurtarmıştır.” O tarihte bu yoruma “ne güzel İstanbul” diye cevap yazmıştım.
O top dışarı çıkmak yerine kaleye girse o 16 dakikalık uzatma dahil olmak üzere herşey Fenerbahçe’nin tezgahı olarak gösterileceğinin net ifadesi ve itirafıdır bu açıklama.
Ne diyor Rıdvan Dilmen;
“İnsanlar bana gönül koyabilir ama Başbakanımızın şahsına karşı yapılan tezahüratları kınıyorum. 3 Temmuz sürecinde Sayın Başbakanımız Tayyip Erdoğan herkesten fazla Fenerbahçelilik göstermiştir. Bildiğim için söylüyorum. Bu ayrıntıların hepsini sayın Aziz Yıldırım biliyordur ve konuyla ilgili açıklama yapmasını bekliyorum. Bir Fenerbahçeli olarak gerçekten çok üzüldüm. Çok ciddi hizmetleri olan ülkenin Başbakanına haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Neden haksızlık yapıldığını da Başkan Yıldırım'ın açıklamasını bekliyorum. Beğenmeyebilirsiniz, oy kullanmayabilirsiniz. Zaten Fenerbahçe kulübüne siyasetin karışmaması lazım. Sayın Başbakan herkesten fazla Fenerbahçelilik yapmıştır hiç haketmedi.”
3 Temmuz sürecinde neler yaşandığını hepimiz yakından biliyoruz, çünkü tam da içindeydik. Kimsenin bize kimin ne yaptığı ile ilgili olarak bilgi vermesine gerek yok.
Kuşkusuz hiçbirimiz Dolmabahçe’de Başbakan ile baş başa kalıp görüşmelerde bulunmadık, belki böyle bir olanağımız olsaydı süreçle ilgili başka katkılar sağlamasını da gerçekleştirebilirdik, olmadı!
Ne yaptık?
Öncelikle anlamaya çalıştık, sonra ortaya dökülenlerden kendimizce bir yapı
Geçen hafta kaybederken hiçbir reaksiyon gösteremeyen bir Fenerbahçe vardı sahada ve bu oyun tarzı sezon içinde 8-9-10 puan "fark yakalayan" anlayışın oldukça uzağında kalmıştı.
Peşinden gelen tartışma Fenerbahçe'nin düşüşe geçeceği yönünde olmuştu.
Sezon içinde iniş çıkışları normal karşılamak gerekiyor. Bir takımın aynı tempoda bütün maçlara çıkması zaten eşyanın doğasına da aykırı bir gerçekliktir; burada merkeze alınması gereken şey Fenerbahçe'nin son bir kaç sezon oturmuş takım yapısıdır. Ersun Yanal kadro olarak istikrarı yakalamış, güçlü ve dengeli bir takımı devralmış bunun üzerine de kendi anlayışını yerleştirmiştir.
Karabükspor maçı sonrasında futbolcuların verdiği tepki ve Ersun Yanal'ın açıklamaları bunun "bir daha olmayacağı, yaşanmayacağı" üzerineydi.
Kayserispor karşılaşmasının ilk yarısında bu tutukluk, organizasyonluk, bireyselliğin ön plana çıkması gibi takım oyununu bozan uyumsuzluğu, senkronizasyonsuzluğu gördük.
Sow sanki bambaşka bir alemde gibiydi. Baroni kaleyi gördüğü her yerden şut çekiyordu ancak sonuca etki edecek türden değildi. Gökhan Gönül ve Caner, Fenerbahçe'nin bu sezona dair farkı yaratan kanat bindirmelerini gerçekleştiremiyordu. Orta alanda Meireles
Beşiktaş bu sezon ik travmatik maç oynadı.
İlk seyirci rekoru kırmayı amaçladığı Olimpiyat Stadyumu’nda Galatasaray, ikincisi Kasımpaşa kaşılaşmalarıydı.
Her ikisini de kaybetti ve her iki maçta da sahaya taraftar girdi; birinde kitlesel, diğerinde bireysel hareket gördük.
Ve Siyah-Beyazlılar bu durumdan fazlasıyla etkilendiler.
Biraz tarih konuşalım, sonra buraya tekrar döneceğiz.
Beşiktaş özellikle Süleyman Seba sonrası dönemde tam bir kaotik süreç içine girdi. Efsane Başkan Beşiktaş’ın tarihi misyonunu çok iyi bildiğinden Kulübü kendi iç dinamikleriyle ve başarıyla yönetti; milenyuma getirdi ve teslim etti.
Yapamadığı tek bir şey vardı bu bilgiyi, kültürü, yönetim anlayışını taşıyacak bir yönetim sistemi, modeli kuramadı. Bu onun görevi miydi ya da onun başkan olduğu tarihte böylesine önemli olduğunun farkında mıydı elbette tartışmaya açıktır. Yapamadıklarını onun başarısızlığı olarak göstermek doğru değildir.
Beşiktaş 1980’li yıllarda başlattığı ve 1990’lı yılların ortalarına kadar süren yeniden yapılanma hamlesini 1990’lı yılların sonu ve 2000’li yılların başında o dönemin koşullarına göre revize edebilseydi muhtemelen bugün başka bir şey konuşuyor olurduk.
Takım oyunlarında bir sezon boyu form grafiği özellikle klasmanın ilk devresinde iniş ve çıkışlar gösterebilir Bu nedenle özellikle ülkemizde ilk yarı lideri ile ikinci yarı şampiyonu birbirinden farklı takımlar olabilir
Fenerbahçe örneğinde olduğu gibi Ekim ve Kasım aylarındaki yüksek tempo ve gücün Aralık ayı maçlarında düşmesi sürpriz sayılmamalıdır.
Galatasaray Fatih Terim’le devam ediyor olsaydı bu genelleme içine onu da alacaktık ancak sarı kırmızılı takım kendisine başka bir rota çizdi. Fenerbahçe ile Galatasaray aynı terazide değerlendirilecek takımlar değiller bu sezon için.
Beşiktaş’ın sorunu yine aynı merkezden hareketle yorum yapacaksak uzun zamandan bu yana ne son iki sezona ait Fatih Terim’in Galatasaray’ı ne de son dört sezonun Fenerbahçesiyle kıyaslanabilcek ya da karşılaştırılabilecek bir takım yaratılamamış olmasıdır.
Galatasaray bu sezon geçen sene Fenerbahçe’nin izlediği yolu takip ediyor. Lig, Kupa ve Şampiyonlar Ligi macerasını bir arada götürerek hem fazla maç yapıyor hem de takım içindeki futbol oynama arzusunu, rekabeti canlı tutuyor.
Eylül, Ekim ve kısmen de Kasım aylarındaki krizi atlatılabilecek çizgiye gelmiş görünüyor. Ancak Mancini’nin
İlk yarının sonundaki görüntü Fenerbahçe’nin maçı kopartacak bir oyun oynamaya başladığı yönündeydi. Rakibi yine kendi sahasına hapsetmiş, gol arayan ve sürekli baskı kuran bir Fenerbahçe izliyorduk.
Sonra hakem devreyi tamamladı ve takımlar içeri girdi. 15 dakika sonra bambaşka bir Fenerbahçe (ve elbette Karabükspor) çıktı sahaya; atağı düşünmeyen, neredeyse orta sahada maçı oynamayı tercih eden, uzun toplarla rakip kaleye gitmeye çalışan, onu ilk 15 hafta uzak ara lider yapan baskı ve mücadeleden uzak bir takım anlayışı...
Neden bu kadar çok uzun top, sorusunun cevabını Mehmet Topal’ın şikayetinden saha olduğunu çıkarabilir miyiz, bilmiyorum; ancak Fenerbahçe’nin attığı golde yaptığı 20 pasın etkisi bu kadar ortadayken kalkıp saha şartlarını gündeme getirmek birbiriyle çelişen bir durum oluşturur.
Özellikle Bruno Alves ve Gökhan Gönül kanadında çok büyük boşluklar vardı. İlk golde Alves rakibini takip etse Volkan’dan dönen topa müdahale şansı yakalayabilirdi ancak pozisyonu kaybettiği andan itibaren oyundan da düştü ve golü hepimiz gibi izledi.
Gökhan Gönül bir iki ters kademeye girse de ne hücumda ne de rakibi karşılamada ve takipte etkili değildi.
Fenerbahçe’nin
Elazığspor ligde hiçbir takımın futbolunu test etmek bakımından ölçü olacak bir takım değildir; ancak Galatasaray örneğinde de gördük havaya sokması için iyi ve gerekli bir ekip; asla Süper Lig kategorisinde değerlendiremeyeceğimiz bir takım kurgusu, yapısına sahip. Hikmet Karaman'ın ismi dolaşıyor, geçen sene Yılmaz Vural'la lige tutunabilmişlerdi bu sefer çekirge sıçrayabilecek mi göreceğiz.
Dört gol bile böylesine bir eşleşme için az sayılabilir; Galatasaray yedi dakika bulduğu iki golde kalmıştı.
Beşiktaş bütün bir haftayı Fernandes üzerinde tartışarak geçirdi. Bir sene önce de Quaresma'ydı söz konusu problem; normal bir durum mu, açıkçası çok emin olamıyorum.
Meselelerin sadece futbolcu seçimlerinden veya futbolcudan kaynaklanıyor olduğunu düşünmek kolay oluyor. Hele maç sonunda Necip ile Gökhan Töre arasında geçen dikleşmeyi gördükten sonra...
Sezon başında Beşiktaş'ın sosyalist yapısından söz ederken bazı futbolcuların bu formülün içinde eşitliği bozduğunu söylemiş ama isim vermemiştim.
Belli ki Bilic de bu sosyalizm modellemesi üzerine uyarı almış bir daha ağnıza bile almadı; doğrudur futbolda sosyalizm pek mümkün olmuyor.
Takım oyunlarında herkesin bir görevi var; yıldız
Ortaokul zamanıydı, yıl 1980 ile 83 arasında bir yere denk geliyor olmalı. O tarihlerde sahip olduğumuz araç sayısı o kadar az ki; başından ayrılmadığımız bir radyo, henüz renklenmemiş bir televizyon, gazete ve bir kaç dergi...
Bütün bunların toplamından kendinizi geliştireceğiniz, eğleneceğiniz, oyalanacağınız bir dünya kurmanız gerekiyor.
Futbolu, sporu her zaman olduğu gibi o tarihlerde başka bir heyecan ve merakla takip ediyorum. Maçları kaçırmamaya çalışıyorum. Cumartesi-Pazar maçlarla geçiyor, sonrasında da bütün hafta onun yarattığı etkiyle...
Cemil Turan’ın Almanya’ya attığı ve 1-1 biten o penaltı atışının defalarca tekrarı sırasında evin kaç camı aşağıya inmiştir bir anneme sormak gerekiyor.
Her oda ayrı bir stadyum sanki. Zaman içinde gelen komşu şikayetleri nedeniyle ses çıkarmayacak türden bez, sünger veya kağıttan toplarla bir taraftan yaşanmış maçları tekrar ediyorum, diğer taraftan da kendi yaratttığım takımlarla, liglerde mücadele ediyorum.
“Championship Manager” henüz hayatımızda yok; yanılmıyorsam 1990’lı yılların başında kardeşim “bak abi böyle bir oyun var” dediğinde yıllarca eksikliğini duyduğum şeyin böyle bir oyun olduğunu şaşırarak