Ortaokul zamanıydı, yıl 1980 ile 83 arasında bir yere denk geliyor olmalı. O tarihlerde sahip olduğumuz araç sayısı o kadar az ki; başından ayrılmadığımız bir radyo, henüz renklenmemiş bir televizyon, gazete ve bir kaç dergi...
Bütün bunların toplamından kendinizi geliştireceğiniz, eğleneceğiniz, oyalanacağınız bir dünya kurmanız gerekiyor.
Futbolu, sporu her zaman olduğu gibi o tarihlerde başka bir heyecan ve merakla takip ediyorum. Maçları kaçırmamaya çalışıyorum. Cumartesi-Pazar maçlarla geçiyor, sonrasında da bütün hafta onun yarattığı etkiyle...
Cemil Turan’ın Almanya’ya attığı ve 1-1 biten o penaltı atışının defalarca tekrarı sırasında evin kaç camı aşağıya inmiştir bir anneme sormak gerekiyor.
Her oda ayrı bir stadyum sanki. Zaman içinde gelen komşu şikayetleri nedeniyle ses çıkarmayacak türden bez, sünger veya kağıttan toplarla bir taraftan yaşanmış maçları tekrar ediyorum, diğer taraftan da kendi yaratttığım takımlarla, liglerde mücadele ediyorum.
“Championship Manager” henüz hayatımızda yok; yanılmıyorsam 1990’lı yılların başında kardeşim “bak abi böyle bir oyun var” dediğinde yıllarca eksikliğini duyduğum şeyin böyle bir oyun olduğunu şaşırarak hissetmiştim. Saatlerce bu oyunun başında zaman geçirdiğim olmuştur, uykusuz hatta sabahladığım geceler. Liverpool’u şampiyonluğa taşıma uğraşları...
Babamın muhasebe defterleri, para makbuzlarının arkasındaki boş sayfalar fikstür, puan cetveli ve takımların kadrolarıyla doluyor; sürekli her dakika bir maç oynanıyor, transferler yapılıyor.
Böyle kaç defter eskidi bitti ve sezon geçti şimdi hatırlamam mümkün değil elbette...
Maçlar bitiyor, yorumlar, röportajlar başlıyor.
Yepyeni futbol oyunları üretiliyor.
Efes Pilsen ve Eczacıbaşı’nın futbol şübeleri hayata geçiyor, uzunca bir süre de lig aynen basketbolda olduğu gibi onların hegemonyasında geçiyor.
“Alex James” diye bir teknik adam kahramanım oluyor. Bu hayali adamın yıllar sonra Alex Ferguson gibi capcanlı bir kişiye dönüşmesi düş gücümün aslında ta o zamanlarda doğru modeli ürettiğini göstermesi bakımında bir işaret olarak beliriyor.
Sonra bir şeylerin eksik olduğunu fark ediyorum.
Bir gazetem yok; kısa süre sonra iki sayfalık teksir kağıdını ikiye katlayarak A5 boyutlarında 8 sayfa içeriği olan bir gazete çıkarıyorum; gazetenin hazırlanması ve çıkabilmesi için Cuma okul dönüşü çok uygun bir gün oluyor. Bu nedenle de gazetenin ismi Cuma oluyor.
Gazeteyi bir kaç sayı çıkarıyorum. İki ya da üç baskı yapabiliyordum. Para karşılığı gazeteyi satabildiğim tek kişi Babaannem oluyordu. Bir kaç hafta bu hevesle Cuma Gazetesi çıkıyor ve Babaanneme elden teslim ediliyordu.
Bunun yanında elbette gerçekler vardı.
Gazetelerde okuduğum köşe yazarları ile o tarihlerde tartışırdım, onlara mektuplar yazar, postalardım. 3 Temmuz ve Fenerbahçe İdeolojisi kitabında da anlattığım gibi bu yazışmaların merkezinde hep bir kişi olurdu.
Zaman ilerledikçe araçlar çeşitlendi. Dayımın daktilosu ile yazılarımı kayıt altına alırdım.
İlk bigisayarım 1998 yazında evime girdi. Bu internetle de yavaş yavaş ilişki kurduğum dönemdi. Sonrası aşağı yukarı herkesin içinden geçip geldiği süreçle paralelikler taşıyor.
Forumlar, mail grupları, dergiler, bloglar...
Ulaştığım, bulduğum hemen her yere bir şeyler yazdım.
23 Ekim 2009 tarihinde “Derbinin anahtarını taşıyan Adamlar” başlığı ile Milliyet.com.tr’nin spor sayfalarında ilk defa yer aldığım günden bu zamana tam 1518 gün geçmiş. Bu süreye sıkıştırdığım ve spor sayfalarında paylaştığım yazı sayısı okuduğunuzla birlikte 1001’e ulaşmış bulunuyor; kaç sayfaya karşılık geldiğini yazıların genelinin üç, çoğunluğunun iki A4 sayfa boyutunda olduğunu söylersem kabaca bulabiliriz sanırım.
Spor yazarlığının bana tartışılmaz önemli katkıları oldu. Yazma eylemi bir disiplin altına girdi.
Yıllarca kafamda oluşturduğum, kurguladığım yapının temeli bu sayfaların içinde atıldı, iskeleti meydana çıkıp okura ulaştı.
Yeni nesil jenerasyona ait yazar olarak elbette geçmişin yarattığı kültürün, bu toprakların içinden geliyor olmakla birlikte sporumuzun bambaşka bir bakış açısına, paradigmaya ihtiyacı olduğunu hissediyorum. Başından bu yana da bu bilinçle hareket ediyorum.
3 Temmuz süreci öncesindeki yazılarımda bunun çeşitli nüvelerini görebilmek mümkündür, arayış vardır.
3 Temmuz herkesi olduğu gibi beni de etkiledi elbette. Ajandamda böyle bir hazırlık yoktu. Yeniden bir planlama yapmak gerekiyordu. Artık ortada çözülmesi gereken çok daha büyük ve önemli bir sorun vardı.
Var gücüm ve zihinsel yetkinliğimle bu soruna kafa patlattım.
Bu süreçteki duruşumu herkes biliyor. Kuşkusuz bu durum Türkiye’deki yerleşik spor anlayışıyla aslında değişmesi gerektiğine inandığım paradigmanın içinde bambaşka bir şekil aldı.
Süreçten yazmaktan büyük keyif ve mutluluk duyduğum bir kitap çıktı.
Bu kitabın daha geniş kitlelere ulaşamamış olması işte o her tarafımızı sarmış ve gelişmemize engel olan eski paradigma algısıydı.
Kuşkusuz bir taraftan profesyonel iş yaşantısı diğer taraftan amatörce sürdürülen köşe yazarlığını bir arada götürmenin zorlukları var. Bu zorlukları maliyetini bir şekilde ödeyerek aşmaya çalışıyorum.
Maçları takip edebilmemin önüne hiçbir engelin çıkmaması için sahip olduğum bütün araçları kullamaya gayret ediyorum.
Telefon, İpad, bilgisayar, televizyon... Eğer mümkün olursa stadyumlar, salonlar...
Digiturk’e, D-Smart’a, Turkcell’e, Ttnet’e ödediğim bedel hatırı sayılır boyutlarda...
Bütün bunları neden yazıyorum, paylaşıyorum; 1518 günde 1001 yazı yani iki günden az bir süreye düşen yazı yazmak sonuç olarak gönül işiyle yapılan sevgiyle karşılığını buluyor.
3 Temmuz’dan sonra bu tepkiler biraz artmış olsa da “neden Galatasaray (Beşiktaş) yazısı yazıyor” (ilginçtir bu karışık süreç öncesinde nedense adım Galatasaray yazarlarının altında yer buluyordu) olduğumun cevabı aslında o yazıyı yazarken futbola dair daha fazla düşünme, daha iyi nasıl olur sorusunun cevabını bulma amacının içinde gizleniyor.
Bütün bir hafta Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe (futbol-basketbol) maçlarınının programını yaparak onlar hakkında yazmak kendi içinde taraftarlıkla açıklanamayacak derin bir spor sevgisinden geliyor.
1001 sayısı da bunun sonucu olarak kendiliğinden ortaya çıkıveriyor.
Sıcak bir samimiyetle paylaşmak istedim...
Sevgiler...
http://twitter.com/uzaygokerman