Türkiye’de afet denildiğinde ilk akla gelen deprem oluyor çünkü ülkenin büyük bölümü fay hatları üzerinde. Ancak afet kavramının ülkenin her bölgesinde farklı karşılıkları da görülüyor. Çığ, su baskını, hortum, toprak kayması, hava, deniz, kimyasal madde kazaları ya da orman yangınları gibi...
Dolayısıyla da her an her türlü afet senaryosuna karşı hazırlıklı olmak gerekiyor. Hem öncesinde alınacak önlemler hem de olduğunda ve sonrasında yapılacaklar açısından. Zira doğru ve hızlı müdahale insan hayatını kurtarmada son derece önemli. Bunun en somut örneklerini de peş peşe gelen facialarda gördük. Tabii, hatalarımızı ve eksiklerimizi de.
Özellikle de çığ faciasındaki organize olmayan iyi niyetli destek ve yardım çabalarının olay mahallinde yarattığı riskleri ve vahim sonuçlarını.
Yani Türkiye her türlü felakete açık bir ülke ve biz evet arama-kurtarma çalışmalarında önemli bir yol aldık ama toplumun bilinçlenmesi noktasında hâlâ sıkıntı var. O nedenle de
Kâğıt üstünde ABD ile Türkiye müttefik, hatta stratejik ortak. Aynı ittifakta, NATO’da yer alıyorlar. Yani uluslararası hukuk bakımından da gerçek müttefikler. Rusya ise Ortadoğu’daki, Suriye’deki gelişmeler çerçevesinde Türkiye ile müttefiklik pozisyonuna girmiş durumda. Hem askeri bakımdan hem ekonomik açıdan. Ancak sahadaki fotoğrafa ve beklentilere baktığınızda ikisinin de çıkarları Türkiye ile örtüşmüyor ya da paralel gitmiyor. Çünkü Rusya Ortadoğu’da yerleşmek, Suriye’deki konumunu daha da pekiştirmek istiyor. Bu bağlamda Esad’ı da kollayarak veya Suriye rejimiyle ilişkilerini koruyarak güç kazanmak ve devamlılık sağlamak niyetinde. ABD’de bu gelişmeleri engelleyerek Suriye’nin parçalanmasına çalışıyor, kafasında da Fırat’ın doğusundaki bölgede bir özerk yapı var. Dahası Türkiye-Rusya ilişkilerini zayıflatmak istiyor. Tabii aynısı Rusya için de geçerli. O nedenle her ikisi de Türkiye için “güvenilmez müttefikler” konumunda.
Soçi Mutabakatı’na rağmen bombaların yağdığı ve her gün onlarca sivilin öldüğü İdlib’de gözyaşı ve göç görüntüleri değişmiyor. Değişmesi de zor çünkü Rusya, rejim güçlerini kullanarak İdlib’deki tansiyonu yükseltiyor. Gerekçe olarak da bölgedeki teröristlerin süren varlığı ile M4 ve M5 karayolunun güvenliğini gösteriyor. Dolayısıyla da yeşil hat olarak kullanılan yer gittikçe Türkiye sınırına doğru küçülüyor. Yani Rusya, Türkiye’nin ateşkes konusundaki tüm çabalarını hiçe sayarak başından beri kafasında var olan etkili operasyon planını uyguluyor. Ancak bu İdlib’de oynanan oyunun sadece Rusya boyutu, bunun bir de ABD ayağı var. O da katliama karşıymış havası veriyor ve saldırıları kınıyor ama “derinden” CIA ve onun kan kardeşi MOSSAD aracılığıyla bölgedeki radikal örgütleri manipüle ediyor. AB ülkeleri ise tam anlamıyla seyirci konumunda. Tabii amaç da malum Türkiye’yi zora sokmak ve Türkiye ile Rusya’nın
Kudüs’ün tamamını “İsrail’in başkenti” olarak kabul etme, işgal altındaki Suriye toprağı Golan Tepeleri’nin İsrail’e ilhakını tanıma adımlarının ardından Trump şimdi de Filistinlileri hepten yok sayarak “Kudüs’ü ve Batı Şeria’yı İsrail’e verdim” dedi Hem de yüzyılın anlaşması ya da barış planı yutturmacasıyla. Dahası, pervasızca, toprakların gerçek sahibi Filistinlilere para dahi teklif etti. Tabii anında da Filistinlilerden “Kudüs ve topraklarımız satılık değildir” yanıtını aldı. Yani başkanlık koltuğunun verdiği güç ve kibirle Ortadoğu’da sınırlar çizen Trump, “dünya emlak kralı” edasıyla ülkelerin topraklarını parselleyerek, ABD’nin jandarması İsrail’e devretmeye çalışıyor. Dolayısıyla da Trump’ın yutturmaya çalıştığı gibi Ortadoğu’da çözüm getiren değil, aksine, İsrail ile Filistin arasındaki sorunu düğümleyen Arap dünyası ile ilişkilere yeni boyut kazandıran hatta Türkiye-İsrail ilişkilerini de zedeleyen bir durum söz konusu. Ki buna
Moskova ve Berlin’de masadan kaçan Hafter’in ateşkes ve barış gibi niyetinin olmadığı çok net. Zaten sözcüsü de “Libya’daki süreç namlunun ucundadır” diyerek bunu deklare etti ve bu bağlamda da saldırılarına devam ediyor. Dolayısıyla, asıl sorgulanması gereken masada barış ister gibi görünen ülkelerin Hafter’in bu çılgınlığına karşı kayıtsız kalmaları ya da vurdumduymazlığı. Çünkü aralarında yekten Hafter’e hamilik yapan, silah ve para desteği veren Fransa, Mısır, Suudi Arabistan’ın da olduğu müttefiki ülkeler dahi Berlin’de kurulan masada çözüm ister gibi davrandılar. Daha doğrusu, oynadılar. Hâlâ da oynuyorlar. Bunun son örneği de paralı askerler Wagner’i vermek suretiyle Hafter’in arkasında duran Rusya’nın daha dün Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın ağzından “Libya’da çatışmaların durdurulması ve taraflar arasında diyaloğun sağlanması” gerektiğine ilişkin açıklaması oldu. Yani Rusya da diğer ülkeler gibi çözüm diyor ama
Elazığ depreminde yaşananlar hepimizi derinden sarstı. Enkaz altındakilere ulaşabilmek için seferber olduk. Kurtarabildiğimiz her can için kucaklaştık, gözyaşı döktük. Yani ülkece tek ses, tek yürek olarak dünyaya örnek bir sınav daha verdik. Özellikle de kurtarma çalışmalarında.. Ancak aynı hassasiyet ve kararlılığı deprem öncesine dönük hazırlıklar açısından söylemek zor. Hele de korkulan İstanbul depremi ve kum saatinin dolmak üzere olduğu dikkate alındığında. Çünkü yapılması gerekenleri biliyoruz ama daha çok depremin zamanı ve fayın tek mi yoksa parçalı mı kırılacağı noktasına odaklanmış durumdayız. Evet, çok sayıda yenilenen, güçlendirilen yapı var ve her ne kadar felaket senaryoları olumlu yönde değişiyor gibi görülse de en iyimseri bile tüyler ürpertici. Hem tek ya da parçalı kırılsa dahi fayın yıkıcı etkisi hem de bu etkiyle birlikte oluşabilecek diğer tehditler açısından. Şöyle ki; İstanbul’da yaklaşık bir milyon 600 bin bina var. Yüzde biri etkilense bu 16 bin bina ve
Türkiye’nin büyük bir bölümü deprem kuşağında yer alıyor. Bu yüzden de sürekli sallantı oluyor. Ancak deprem ülkesi olduğumuz gerçeğini bile bile hazırlıklı olmak konusunu pek ciddiye almama gibi bir başka vahim durum da var. Özellikle de yapıları yenileme-güçlendirme, evdeki eşyaları sabitleme gibi önlemler ile deprem anında neler yapılması, nasıl davranılması gerektiği açısından... Dolayısıyla da her sallantıda büyük korku ve panik yaşanıyor. Bunun son örneklerini de Manisa ve Ankara ile dün geceki Elazığ depremlerinde gördük... Çevre illerde de hissedilen deprem anında yaşananlara ilişkin kamera kayıtlarına baktığınızda yine bilinçsizce kaçışma dışında bir şey yok. Bina içleri ya da açık alanda herkes çılgınca bir yana koşuşturuyor, kapıları söken, pencereden atlayan, masaları devirip birbirini ezen ne ararsan var... Maalesef Elazığ ve Malatya’da can kayıpları da oldu... Deprem anı böyle de sonrası farklı mı? Değil. O kadar acı tecrübeye ve uyarıya rağmen insanlar yine cep telefonlarına
CHP, 28-29 Mart’taki 37’nci olağan kurultayına hazırlanıyor. Bu bağlamda İstanbul dahil ülke genelinde 800’e yakın ilçede kongreler bitti. Takvime göre, bu ayın 26’sı itibarıyla tüm ilçe kongreleri tamamlanmış olacak. Şubat başından itibaren de il kongreleri başlayacak ve aynı ay içinde sonlanacak. O nedenle, partide gözler il başkanları seçimine çevrilmiş durumda. Özellikle de en kritik il İstanbul’da. Çünkü henüz adaylar belli değil ama an itibarıyla görüntü mevcut il başkanı Canan Kaftancıoğlu ile bir önceki başkan Cemal Canpolat arasında çok çekişmeli ve sert bir rövanş yaşanacağı havasında. Aslında buna Oğuz Kaan Salıcı’nın başını çektiği ekip ile Bakırköy, Ataşehir, belediye başkanlarının önderliğindeki grubun “kan davasına” dönüşen kavgaları demek daha doğru. Hem tamamlanan 39 ilçe kongrelerinden çıkan sonuç hem de parti içi çekişme ve ileriye dönük hesaplar açısından. Tabii bu arada adaylık için adı geçen